Yazar ve Müzisyen Hasan Sağlam’ın Dersim Katliamını ve hemen sonrasında yaşananları anlattığı “Toprağına Tutunanlar” romanı okurlarıyla buluştu. Romanında; tertele, sürgün ve dönüş üçgenindeki gerçek hikayelerden yola çıkarak Dersimlilerin yaşadığı travmaya odaklanan Sağlam, postal izlerini, tren vagonlarını ve sonrasında yaşananları anlatıyor.
“Toprağına Tutunanlar” Sağlam’ın “Yasak Mıntıkanın Çocukları” romanının devamı niteliğinde... Kitaplarında yaşanan acıları çocukların gözünden anlatan Hasan Sağlam’la bir sohbet gerçekleştirdik. Çocukların gözlem yeteneğinin çok güçlü olduğunu dile getiren Sağlam, romanda geçen hikayeler için “Daha çok hayatta kalan çocukların tanıklığıdır” dedi. Totem Yayınları etiketiyle çıkan romanlarıyla ilgili Hasan Sağlam sorularımızı yanıtladı.
Romanlarınızla Dersimlilerin ‘tertele’ olarak adlandırdıkları katliam günlerini, sürgünü, sürgün dönüşünü çocukların gözüyle anlatıyorsunuz. Bu süreci çocukların gözüyle anlatmanızın nedenini açıklar mısınız?
Babam çocukluğunu; “Bir sabah davar güttüğümüz patikada değişik izler gördük, kurdun kuşun izini bilirdik, ancak bu izler başkaydı. Askerlerin ‘postal izleri’ bunlar diye aktardı büyüklerimiz. Belleğimden hiç çıkmadı o izler!” diyerek anlatırdı bütün çocukluk hatıralarını. Korkunç olan budur. Büyükler; “tertele” demişti, ya çocuklar! Yakalanmamak için çocuklarını boğan yetişkinlerin ve daha çok da hayatta kalan çocukların tanıklığıdır bu. Belki de tertele denmesinin en büyük manası, henüz emzirme çağında olan ve açlıktan ağlayan o çocukların seslerinin, diğerlerini ele vermemeleri için anneleri tarafından memelerine bastırarak susturulmasıydı. Trajedi bundan başka ne olabilirdi ki. “Yasak Mıntıkanın Çocukları”nda yazmıştım. Düşünün; ikiz çocuklarından birini boğmak zorunda kalan Hatice, bir anne olarak hangisini diğerine tercih edecekti? Çocuklarından birini diğerinden az veya fazla sevebilir mi anne? Elbette bu sunulamaz, ancak gerçek budur. Bununla karşı karşıya kalan o kadar çok anne oldu ki... Sonra sürgün ve sonrasında evine dönen çocukların bunu nasıl tasvir ettiklerini, hele hele Sultan gibi ahraz ve benzeri çocukların nasıl ve ne anladıklarını onların gözü ile anlatmanın zorluğunu yaşadım. Ancak romancı olarak ben sadece anlamaya çalıştım. Çocuk en büyük gözlemci ve en doğru bakandır. O da romancı gibi anlamaya çalışır. Okuyucular bağışlasınlar beni. Postal izleri, tren vagonları ve sonrasında yaşananların çok küçük bir kısmını aktardım sadece.
TERTELE, SÜRGÜN VE DÖNÜŞ ÜÇLEMESİ...
Kişisel hikayeler üzerinden tarihsel sürece ışık tutuyorsunuz. Katliam, mağdurların hikayesi, özellikle katliam sonrasındaki yaşamlarından kesitler üzerinde vermeye çalışıyorsunuz. Bu yönüyle Dersim Katliamıyla ilgili yazılan romanlardan bu yönüyle romanınız ayırmak mümkün mü? Tarihsel bir gerçekliği romanla anlatma gereğini biraz açar mısınız?
Şöyle bir anekdot düşelim gerçekle ilgili. “Politikacılar ve sanatçılar yalan söylerler. Ancak politikacılar gerçeği çarpıtmak için, sanatçılar gerçeği anlatmak için yaparlar bunu.” Ben de bu korkunç gerçeği anlatmak için yalan söylüyorum. Çünkü gerçek romancı için çok önemli değil, romancı buna tamah etmez. Ancak diğer Dersim romanlarından en ayrıcalıklı yanı, üç aşamayı anlatmasıdır. Tertele, sürgün ve dönüş üçlemesi üzerinden gerçekten daha gerçek bir tarihten bahsediyorum. Dostlarımın büyük kısmı kronolojik olarak tertelede katledilmiş ve sürülmüşlerin sayısını veriyorlardı. Bu terteleyi anlatmak için bir çaba olabilir kuşkusuz. Ancak soykırım içeriyorsa sayının bir önemi yok. Bildiğimiz birçok soykırım ırksaldır ancak Dersim tertelesi spesifiktir. Dersim şemsiyesi altında kendini Kürt, Türkmen, Ermeni, Çerkes, Çingene olarak ifade eden bileşenleri var. Dersimliler, inançsal olarak Alevi diye tanımlıyorlar kendilerini. Etnik ayrım yoktur kendi aralarında. “Naca Kırmanciya, zone ma Kırmanckiyo, ma Kırmancime” demişler. Bu bileşenleri; ışıktan aydınlıktan insanlıktan doğadan ve hayvandan yana olan oluşumu kırmaya çalıştılar. Bu yönü ile spesifiktir işte. Dönüş ise tertelenin devamıdır ve korkunçtur. Taş üstünde taş kalmamış yasak mıntıkalılar yaklaşık on beş yıl sonra dönmüşler. Evlerin temelleri yerle yeksan olmuş, her tarafı orman kaplamış, ekilecek tarla yok, yabani hayvanlar korkunç derecede vahşileşmiştir. Cevizler söğütler kurumuş, çeşmelerin suyu çekilmiştir, çünkü hepsi insan sesine duyarlıdır. Bir de Dersim romanlarında daha çok genelkurmay belgeleri, dönemin gazete haberleri ile aktarılıyordu yaşananlar. Ben roman kurgusu içinde olmasına önem verdim ve bunda ısrarcı oldum.
Sultan karakteri romanlarınızda önemli bir yer tutuyor. Dilsiz Sultan’ın yaşamı üzerinden tertele sonrasında sürgüne gönderilenlerin karşılaştıklarına ve koparıldıkları topraklarına geri dönme hikayelerine dair önemli kesitler bulmak mümkün. Bunu dilsiz bir karakter üzerinden anlatıyorsunuz. Bu bağlamda neler diyeceksiniz?
Diller henüz bütün duyguları anlatmaya muktedir değildir. En gelişmiş dil bile bazı şeyleri anlatmaya yetmez. Hele soykırımları anlatmaya hiçbir dil yetmez. Sultan’ın durumunun tıbbi karşılığı “ahraz”dır, ancak karşı karşıya kaldıkları durum karşısında roman kahramanlarının tümü de dilsizdirler. Çünkü anlamıyorlar konuşulanları. Sürgüne gönderildiklerinde kara kutu dedikleri trenlerde günlerce süren yolculuklarında ne ekmek, ne su isteyebiliyorlar. Büyük korkuları var. Çünkü o kara vagonlarda çok tecavüz, intihar ve ölüm olmuştur. Sonra bölük pörçük inmelerle kayıplar olmuştur. Acıların, kayıpların özü zaten dilsizdir. Yas sessiz yaşanır. O nedenle dilsiz bir kızı acının ortasına oturttum.
‘BİR BÜTÜNDÜR BİZDE YAŞAM’
Dersim yine orman yangınlarıyla gündeme geldi. Öncesi bir yana, sizin romanlarınızda tertele olarak ifade edilen süreçten beri Dersim’in adı hep acı ve dramlarla anılıyor. Hem insanına hem de doğasına karşı süregelen bu duruma ilişkin neler söylemek istersiniz?
“Tertele” kelimesinin etimolojik olarak “soykırım”ı karşılamadığını söyleyen bazı dostlarımız var. İşte yaşanan ve anlatılmaya çalışılan tam da budur ve adı terteledir. Çünkü soykırım sadece soya dayalı bir kırımdır. Ama tertele insanı, hayvanı, doğayı ormanı, ziyareti, dili, her şeyi kapsayan bir terimdir. Yahudiler kendi soykırımlarını “Holocost” olarak tanımlamıştır. “Bütünü yakmak” manasındaymış ve Dersim’de yaşanan benziyor. Bilirler ki; Dersimliler önce dağa, taşa, ağaca, kurda, kuşa dua ederler. Orman ve bir bütün doğa kutsaldır. Bunu iyi bildiklerinden yapıyorlar. Dikkat ederseniz “Toprağına Tutunanlar” kitabımda toprak sıkça irdelenmiştir. Zira Dersimli,sadece insana değil, bir bütün doğasına ve toprağına sevdalıdır. Bugün yanan ağaçtan duyduğu çığlık, o günlerin çığlığıdır. Bitmeyen bir acı ve dert kalmıştır o ağaçlarda. Her canlının hakkı vardır. Bir bütündür bizde yaşam.
‘EDEBİYAT BENİM SOLUĞUM OLDU’
Aynı zamanda müzisyen kimliğiniz de var. Bu bağlamda müzikle edebiyat ilişkisine dair neler söylemek istersiniz? Bu durum iki alandaki çalışmalarınıza nasıl yansıdı?
Evet müzisyen yanım aslında beni Dersim kilamlarının tarihsel harmanına sürükleyen kısımdır. O kilamları her okuduğumda, Laç deresine, Buğday meydanına, “Mağara Palaxıne” ye giderim. Bu sadece müzik değildi. İçinde dil, inanç, edebiyat, felsefe ve tarih vardı. Dersimlilerin inancı, dili kilamları üzerinden bugüne dek yaşamışsa bu kulaktan kulağa olan aktarımların ve yaşantının büyüklüğüyle ilgilidir. Bu ilişki bir bütün Dersimlilerin dil, inanç ve coğrafi bütünlüğünü sağlayandır. Müzik benim yürek sesim oldu hep ve yaşamı akortladım onunla. Edebiyat ise benim soluğum oldu ve notalarım oradan beslendi. İkisine de minnettarım.
Şerif KARATAŞ
İstanbul