Kiracıydım. Bir hayli zaman önce, şimdi oturmakta olduğum siteye taşındım. Burada da kiradayım. O nedenle sitede çok az kişi tanırım.
Erol Bey, ilk tanıdıklarımdan biri oldu. O sıralar site yönetimindeydi. Sağlık Astsubaylığından emekliydi. Ama dinç ve dinamikti.
Apartmanlarımız yakındı. Zaman zaman karşılaşır, “hoş beş” ederdik…
Erol Bey’in üç kızı vardı. İki kızı meslek sahibi idiler. Biri doktordu. Kamuda çalışıyordu. Ötekinin, sitenin uzağında eczanesi vardı. İkisini de tanımıyorum.
Erol Bey, daha çok eczaneyle meşguldü.
Leyla Hanım üçüncü kızıydı. Biraz yürüme zorluğu çekiyordu. Galiba o da evin çalışkan kızıydı. Biz evce Leyla Hanımı tanırız. O da bizi tanır…
Şimdi Korona’dan önce, gerek Erol Bey’le, gerek Leyla Hanımla pek karşılaşmadığımızı hatırlıyorum. Sonra, bu virüs nedeniyle , bir çeşit “saklı” yaşama girdik…
Artık önlemler gevşetilmişti. Bir gün apartmanlarının önünde, Leyla Hanım’a rastladım:
“Baban nasıl?” dedim. Bir “tınıyı” andıran bir kelimelik bir ses: ÖLDÜ.
O ses, ölüme öfke miydi?.. O ses, babasız kalmışlığın suskunluğu muydu?.. O ses, kelime değil de, bir acı mıydı?..
Belki hepsi…
Lafı uzatmadan uzaklaştım. Bir ayıbı işlemiş gibiydim. Neden haberim olmamıştı?..
Araştırdım: Memleketteymişim…
Erol Bey’in ölümü, bana KENT yaşamını düşündürdü.
Eskiden ŞEHİR vardı. Orada oturanlara halk “şehirli” derdi.
Şehirli, küçük yerlerde oturanlardan fazla farklı değildi. “Merhaba”, “selam” ve “komşuluk” çok değerliydi. Ticari yaşamda paylaşım bile vardı…
Şimdi o değerlerin yerlerini, neredeyse, “dizilerle”, “cep telefonları” aldı. Masada çocuk veya çocuklar yalnız kalıyor veya kalıyorlar… Ve özellikle Hanım eşler, o telefonlar nedeniyle , “suspus” oturmak zorunda kalıyorlar… ALIŞACAĞIZ…
RIZA CAN