ANKARA, Osmanlı toprağı olarak; ne “uygar”, ne de “doğa” zengini bir yerdir. Bozkır ortasında bir idaredir. Yani vilayet’tir. Ama “metruk” bir yer görünümündedir… Gören şair ve yazarlar; gam ve kederden söz etmişlerdir… Örneğin; Edebiyat tarihimizin belli kişilerinden Ahmet Haşim, ANKARA için: “Yalçın kayalar üstüne dağılmış bu fare rengindeki harabe içinde ruhun ve âsabın bütün işkencelerini tattım.” demiş…
Yakup Kadri de, Ankara’yı benzer biçimde anlatır… Evet, “Ankara” adlı romanının, kahramanı Selma Hanım; Çankaya sırtlarından Ankara’ya bakarken, Onun; taş ve toprak yığınlarından yapılmış bir kabataslak ehramı olduğunu düşünür…
Ankara, yeni rejimi her yönüyle merak etmiş “dışarı” tarafından da, Başkent olarak, “surat asıklığıyla” karşılanmıştır…
Haydi eski Ankara için bir şey demeyelim. Ama şimdi artık bir DEVRİM Ankara’sı vardır. 1789’un Paris’i gibi… 1917’nin Petersburg’u gibi…
O manzara, bu söylediklerimi kanıtlamaz mı? Manzara şu:
Kütahya savaşları sonucu ordumuz geri çekilmiştir. Düşmanın gölgesi, neredeyse, Ankara’ya düşmüştür. O nedenle, Mebuslar öfkeli ve telaş içindedirler… Mecliste çok seslilik egemendir. Meclisin taşınıp, taşınmaması tartışılıyor. Ve karar verilir: Bir yere gidilmeyecektir. Çünkü, DERSİM Mebusu Diyap Ağa bile kürsüye çıkıp: “ Biz buraya ölmeye geldik, kaçmaya değil.” demiştir. Çünkü, MUSTAFA KEMAL PAŞA’ya Meclis yetkisi verilmiştir…
Öyle işte… ANKARA; “ANADOLU İHTİLALİ”nin adıdır…
Şimdi Ankara Sonbaharı yaşıyor.
Ankara insanı sonbaharı hafif atlatır. Çünkü gideni yoktur, geleni vardır. Sait Faik’le, Bekir Coşkun’un “hüznünü” yaşamaz… Biraz, Bozkır esintisinin, sararmış yaprakları gözyaşları gibi dökmesine üzülür o kadar…
Ve Ankara’da SİYASET en durgun dönemini yaşıyor…
RIZA CAN