Bako Çetinkaya’nın yaşam öyküsü, Fatma Rosine Zülal’in “Hêketa Aşira Demenu” adlı 2022 yılının başında Sancı Yayınları’ndan çıkan “Dersim 1938 Sözlü Tarih Çalışması”nda “Sılemanê Hemedi (Süleyman Çetinkaya)” adlı bölümün konusu olmuş.
Yazar, araştırmacı ve derlemeci Fatma Rosine Zülal, daha sonrası Türkçe’de yayınlanması planlanan ve bu çerçevede ben denizin çevirisini yaparak hazırlıkları tamamlanan bu eserinde, Sılamanê Hemedi ailesini ve onun oğlu Wuşenê borê Bıneni-Bako Çetinkaya’yın yaşam öyküsüne, Dersim 1938 gerçeğini Demenan Aşireti boyutuyla ele almış.
Tesadaüf bu ki; Bako Çetinkaya ile sevgili araştırmacı-yazar-yönetmen Kazım Gündoğan da yine Dersim 1938 Sözlü Tarih Çalışması kapsamında kendisiyle çok değerli bir söyleşi yapmış. Bu söyleşi Bako Çetinkaya’nın ana dili olan Kırmancki dilinde yapıldığından, ses kayıtları yine tarafımdan transkript edilmek suretiyle Türkçe diline çevrilerek aktarılmıştır.
Wuşenê Borê Bıneni olarak bildiğimiz Bako Çetinkaya’nın birbirinin devamı ve birbiriyle örtüşen bu her yaşam öyküsü çalışmasını siz değerli okurların ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Bu her iki çalışmayı okuduğumuzda, Dersim 1938 üzerindeki sis perdesinin biraz daha aralandığı ve kalktığı, acı ancak bir o kadar da Dersim toplumu hakkında bizi hayrete düşürecek derecede olay ve olgularla karşılaşıyoruz.
Bu ve benzeri Dersim 1938 sözlü tarih çalışmalarında benim gördüğüm, devletin uyguladığı vahşetin yanında Dersimlilerin de birbirlerine milisler vasıtasıyla yaptığı kötülüklerin de aklın sınırlarını zorlayan inanması zor dehşet haldir. Elbette Dersimliler, aşiret farklılığı gözetmeden birbirlerine destek de olmuşlardır. Ancak bu durum, Dersimlilerin sahip oldukları o muhteşem güzellikteki inançlarına rağmen birbirlerine yaptıkları kötülüğün gölgesinde kalmaktadır.
Konuyu daha fazla uzatmadan bu öykü ile sizleri buluşturmak ve bu konuda kendi değerlendirmenizi yapmanızın daha isabetli ve uygun olacağını düşünüyorum. İyi okumalar dilerim.. Bımane canweşiye de-kalın sağlıcakla!
Asmên Ercan Gür
Sılemanê Hemedi (Süleyman Çetinkaya)
Kendisine Sılê Mele derlerdi. 1938’de Derê Laç mağaralarındalarmış. Yivisê Sey Khali öldürüldüğünde, o gece mağarayı terkedenlerle birlikte oradan ayrılırlar. Epey bir zaman dağda kalırlar. Günlerden bir gün onunla biri Toji Yaylası’ndan Giniye’ye yiyecek bir şeyler bulup yemek maksadıyla gelirler. Ancak askere denk gelirler. Asker kendilerine ateş eder. Bu ateş sonucu, geriye doğru kaçarlar; her biri bir tarafa dağılıp gider. Milisin biri ardına düşer. Giniye’nin üst kısmında kendisine arkadan ateş ederek vurup öldürür. Başını keser. Bu başı da başında sarılı olan puşi-şalın içine koyar. Bu şekilde kestiği bu başı alıp götürüp askere teslim eder. Askere der, “Ben Sılê Mele’yi öldürdüm. Bu da onun başıdır.”
Bu bedbaht milis Tülik köyünden H.W.S.R.’lerden imiş. Sılemanê Hemedi mert ve baht sahibi bir insan olarak nam yapmış biriymiş. Bu dönemde kim eline tüfek almışsa, milisler bunları hükümete şikayet etmişler. Hükümet de bu şekilde silahşör olanların başına para ödülü koymuş.
Kardeşi, Kemerê Ondel denilen yerdeymiş. O dağda olanlar haber ediyorlar; kendisine diyorlar, “Gel git; senin kardeşin öldürülmüş. Gel götürüp toprağa ver!” Gidip Sılemanı görürler. Bakıyorlar ki başı kesilmiş bir vaziyette cesedi orta yerdedir. Onun o cesedini getirip kendi tarlalarında toprağa verirler.
Sılemanê Hemedi güllerin hepsini katlederler. İki erkek çocuk, bir kız çocuğu ve bir kadın olmak üzere... Bir tek oğlu kurtuluyor. O da çocukmuş. “Bakê Sılemanê Hemedi” adlı oğlan çocuğu. Adamları onu Sılemanu köylerine rayberlerinin evine götürürler. Bu Korkes köyü tarafında, Sılemanê Qersuni güle götürürler. Onlar, onun ismini değiştirirler. “Wuşe (Hüseyin)” olarak yeni bir isim koyarlar. O rayberin bir oğlu ölünce onun adını koyuyorlar. Bu şekilde onu nüfusuna da kaydediyorlar ki asker gelip alıp götürüp öldürmesin.
Ne zaman ki büyüyüp Bor’a kendi köyüne geliyor, eski ismini tekrardan alıyor. Nüfusta “Bako Çetinkaya” şeklinde bir isim alıyor. Yörede ise “Wuşenê Borê Bıneni” olarak biliniyor ve anılıyor. Wuşenê Borê Bıneni, 1938’de sağ kurtuluyor. Ancak 1950 senesinde Bor yerleşime açıldığında köyüne gider. Bu zamana kadar onca gördüğü dert ve keder yetmiyormuş gibi yeni dertler başına gelir.
1949 sensinde Bor Giniye yerleşime açıldığında, Qemerê Meleke’nin amcası batıdan sürgünden dönünce gidip Korkes’ten Wuşeni, yani kardeşinin oğlu Bako Çetinkaya’yı alıp yanınan getirir. Qemerê Meleke’nin karısı Pilavenk aşiretindenmiş. Qemerê Meleke Pilvenk’e kayınlarının yanına gider. Evet; Bor-Giniye yerleşime açılmıştır. Ama ne ev, ne de bark vardır. Bu sebeple bir süre orada Pilvank köyünde kalırlar.
Wuşen’e de Sılızu köyüne gidip Yivrayimê Sılızi’nin kızını isterler. Kızın babası güller çok fakirlermiş. Törelere göre evlenmiş olan evin genç kızına hediye olarak bir keçi veya bir inek ve bir kat yatak vermeleri gerekiyormuş. Kız, Wuşen’ê der, “Beni kaçır! Babam güller fakirler. Bana verecek bir şeyleri yoktur.“
Wuşe (Bako Çetinkaya) onu Sılızu köyünden kaçırıp götürür. O sıralar Pilvank’ta başka bir düğün daha vardır. Qemerê Hesê Dewreşi’nin düğünü. Sair Sılê Qız’ı da düğüne davet edilmiştir. Böyle olunca iki düğün birlikte yapılır.
Bahar olunca, Qemerê Meleke güller köyüne gelirler. Herkes kendisine ev yapar. Wuşenê Borê Bıneni de kendisine bir göz dam-ev yapıp altına girer. Wuşenê Borê Bıneni avcıymış. Derê Laç’a gidip dağ keçisi avlarmış. Bu şekilde ava gidiyor ama bir taraftan da vurduğu dağ keçilerine acıyormuş; bu duruma üzülüyormuş. Üç kızı ve üç oğlu dünyaya gelmiş.
1961 sensinde Toz’a, yaylaya giderler. Kızı Beser ve oğlu Qemer köye gelerek dut toplayıp yaylaya götürmek isterler. Ailesinden milis olan H.W.S.R. güller de orada yayladalarmış. Bir de onların bir oğlu kendileriylemiş. Mustafa Yeşil. (O dedelerinin başını kesen milsin ailesinden biri.)
Üçü birlikte dut toplamaya giderler. Aliyê Qemerê Meleke diyor, “Dönüp yaylaya gidin; ben sizin peşinizden geliyorum!” Çocuklar yaylaya doğru yola koyulurlar. Yolda bir çeşmenin başında su içerek dinlenirlerken, top şeklinde yuvarlak bir cisim görürler. Bu cisim altın gibi parlamaktadır. Diyorlar, “Bu neyse, içinde altın vardır.” Ellerine taş alıp vurup kırmak isterler. Ancak bomba olan bu cisim patlar. Öyle ki yer sarsılır. Yaylada bu sesi duyanlar hayretle, “O nasıl bir bomba idi ki bu kadar bir ses çıkardı.” diye söylenirler.
Bu olay sonucu erkek çocukların ikisi orada ölür. Kız çocuğunun da bacakları parçalanmıştır. Ancak kendini yerden sürükleyerek epey bir yol gider. Aliyê Qemerê Meleke de arkalarında çeşmeye varır bakar ki, iki çocuk ölü bedeni yerde durmaktadır. Kız da yaralı bir halde sürüklene sürüklene epey bir yol gitmiştir. Kıza sorar, “Size ne oldu?” diye. O der, “Biz topa benzer bir cisim gördük. Altın gibi parlıyordu. Taşla vurduğumuzda patladı.”
O bomba 1938 senesinden, katliam zamanından kalma, patlamamış bir bombadır. Besere dokuz yaşındaymış. Kardeşi Qemer ise on yaşındaymış. O diğer erkek çocuk da onların yaşıtıymış. Wuşenê Borê Bıneni (Bako Çetinkaya), bu iki çocuğunu götürüp babasının mezarı yanında toprağa verir. O diğer erkek çocuk da kendi köyü olan Tulik köyünde toprağa verilir.
Üç sene sonra, yani 1964 senesinde, Wuşenê Borê Bıneni’nin piri gelir. Pirlerine davar kesip kavurma yaparak komşularını da davet eder. Oğlu Ali ve arkadaşları damın üstünde oyun oynamaktadırlar. Bu oyun esnasında Ali, damdan aşağı düşerek ölür. Ali, o zaman daha yedi yaşındaymış.
Büyük kızı, Hesenê Beyxanu’nun oğluyla evliymiş. Bir kız ve bir erkek çocuğu sahibi bir anne olarak bir üçüncü çocuğa da hamileymiş. On İki İmam Oruçları zamanı doğum sancısı tutar. Hastaneye kaldırırlar; ancak hamile olduğu çocukla birlikte yaşamını kaybeder. Bu aile bu şekilde acı üstüne acı yaşar. Geride sadece bir oğlu ve bir kızı hayatta kalırlar.
Oğlu, Sayder (Haydar Çetinkaya) 1980 senesinde davar nöbetine gider. Davarın önünde iken ayı ile karşılaşır. Ayıya ateş eder; ancak ayı isabet almaz. Ayının eline düşer. O zaman o yakınlarda asker varmış. Askerler tüfek sesine koşarlar. Bakarlarki ayı odur Sayder’in üzerinde. Asker ayıya ateş eder; bunun üzerine ayı kaçıp gider. Bacağından büyük bir yara alan Sayder’i, yaralı halde Mameki’deki hastaneye kaldırır askerler. Sayder, nihayetinde kurtulur. 1994 senesinde ise köyler akser tarafından boşaltıldığında, mecbur kalıp köyünden ayrılmak zorunda kalır. Bunun üzerine bir Avrupa ülkesi olan İsveç’e gider…
Wuşenê Borê Bıneni’ye bu kadar dert ve keder-acı ağır gelir. O da bir bahar mevsimi sonu 2020 senesinde hayata veda eder. Karısı kızının yanındadır. Bazen mezarlığa gidip ağlar ve geri dönüp gelir.
Çocukları:
Besere ve Qemer; 1961 senesinde On İki İmam Oruçları’nın bitimine, yani aşure zamanına üç gün kala oynadıkları bombanın ellerinde patlaması sonucu hayatını kaybederler.
Ali; 1964 senesinde, Xızır Oruçları zamanında pirlerinin de misafir olduğu bir zamanda damdan düşerrek hayatını kaybeder.
Xeyzane; büyük olan kızıdır. 1974 senesinde yine On iKi İmamlar Oruçları zamanında hayatını kaybeder.
Wuşenê Borê Bıneni (Bako Çetinkaya), 2020 senesinde On İki İmam Oruçları bitimine üç gün kala, hayatını kayberderek Hak’kın rahmetine kavuşur.
Derleme: Fatma Rosine Zülal
- “Zaten o zaman kim ele geçtiyse kafile kafile biraz yürüttükten sonra, kurşuna dizerek veya süngüleyerek öldürüyorlardı. Böyle bir zulümdü; çoluk çocuk, yaşlı, kadın ayırmıyorlardı, uğraşmıyorlardı...”
1938'in tanığı, Wuşenê Sılemanê Mêleke (Bako Çetinkaya) ile yapılan görüşme:
Kazım Gündoğan: Merhaba amca! Amca adın nedir, kimlerdensin?
Bako Çetinkaya: Benim adım bizim dilde (Zonê Ma/Kırmancki) Wuşeno. Türkçe’de Bako Çetinkaya'yım.
K.G: Adını neden “Bako” koymuşlar?
B. Çetinkaya’nın eşi: Yahu, bu amca size bu kadar konuşuyor; ma ne olur gelirken bir cigara getirseydin!
K.G: Hele dur amıko amıko (hala)! Sen de çok fenasın ha, fena siyasetçisin.
B.Ç. eşi: Öyle mi dersin. (Gülüşmeler.)
KG: Amca kaç yaşındasın?
B.Ç: 1931 doğumluyum.
KG: 1938’ de kaç yaşındaydın?
B.Ç: Bilmiyorum. Ancak, o kadar ki yetişkinlerin arkasından yürüyebiliyordum.
K.G: Amca, hangi köydensin?
B.Ç: Ben Bor köyündenim . “Bor Giniyê” diyorlar. Kutudere’nin Demenan köylerindenim.
K.G: Amca; size kim derler, kimlerdensiniz?
B.Ç: Benim adım bizim “Kırmanc” dilinde; Wuşen (Hüseyin) diyorlar. Bana, “Sılemanê Meleke” diyorlar.
KG: Peki, neden anne tarafından isim verilmiş?
B.Ç: Ne bileyim. İşte; babam erken ölmüş. Ondan sonra anne tarafından lakap olarak isim vermişler.
K.G: Siz kaç kardeşiniz?
B.Ç: Biz üç erkek, bir kız kardeşiz.
K.G: Onların adları nedir?
B.Ç: Biri Süleyman, biri de Müdür’müş. Bu, yani adını "Müdür" koymalarının sebebi 1938'den sonra teslim oldukları için o adı koymuşlar. Erkektir. Benim adım Bako Çetinkaya'dır. Ama esas olarak, bizim Kırmanc dilinde adım “Wuşen”dir. Kız kardeşimin adı da “Rınde” imiş. Erkeklerden en büyüğümüz benmişim. Kız da benden büyükmüş.
K.G: Peki, 1938’de asker geldiğinde siz neredeydiniz, ne yaptınız?
B.Ç: Biz delikteydik, yani mağarada, Laç Deresi’nde. Askerin geldiğini duyduğumda, büyüklerimiz bizi ve davarlarımızı toplayıp köyden alıp o deliklere, o mağaralara gittiler. Herkesle orada, o dar vadide kalıyorduk. Davarlar için yer yaptılar. Davarı yaprakla ve otla besliyorlardı.
Sonradan asker Laç Deresi’ni aldığında, o davarı toplayıp alıp gitti. Ganimet gibi. A, biz de o deliklerdeydik. Daha asker mağaraları almadan Hesê Gewê (Demenanların silahşörü) diyorlardı, o arkadaşlarıyla askerle çatışıyordu. Epey devam ettiler. Sonra sabaha doğru, amcam vardı, ona yardım ediyordu; malzeme fişek falan taşıyordu ona.
Gelip haber verdi. Dediler; “Asker çok. Etrafımızı çevirmiş. Ağır makineli, top, tüfekleri var; baş edemiyoruz. Hazırlığınızı yapın! Mağaraları hemen terk ediyoruz. Hepimiz bir tarafa gittik. Hesê Gewê’nin küçük bir kızı vardı. Onu omzuna alıp, tüfeğiyle bizden daha erken ayrılıp önden gitti. Meğerse gidip yanlışlıkla askerin içine kuşatmaya düşmüş. Bunun üzerine asker kendilerine ateş ediyor ve kızı omzundan vuruyor. Kız yaralıydı. O da (babası) elinden yara almıştı; kurşun yarası. Sonra, tekrar dönüp kaldığımız o mağaraya geldi.
K.G: Sonra, geri döndü demek?
B.Ç: Evet, geri geldi. Biz, beraber mağaralara geri döndük. Sonra gece oldu. Biz çocuklar acıkmış ve susamıştık. Annem dedi; “Ben gidip Munzur’dan, nehirden su getireceğim.” Gitti, bir daha da gelmedi; gidiş o gidiş! Artık asker mi vurdu, kendini suya mı attı, bilmiyoruz. Orada, biz o çocuklar yapayalnız kaldık. Öyle yetim, öyle boynu bükük. İki erkek kardeşim ve kız kardeşimle…
Biz çocuklar, halamızın sırtına kaldık. Artık umudumuz kalmamıştı. Amcam vardı; oğlunun elinden tutup o da geri geldi. Ben de kendilerine takıldım ve beraber Laç Deresi’nin çıkış ağzına vardık. Vardığımızda, baktık asker yukarılardan taş yuvarlıyor. Biz, kendimizi kenara vererek büyük kayaların ardını siper aldık. Kendimizi taşlardan, yuvarlanan kayalardan zor kurtardık. Öğlenden sonra taşlar kesilince, oradan ancak çıkabildik. Baktık Hêsene Gewê'de gelmiş. Elinden yaralı, kızı da yaralı. Kurşun yarası almış, oda geldi ve tekrardan hepimiz o mağaraya sığındık.
Gece, dışarı çıktık Peterê (köy) tarafı diyorlar. Oraya gitmek için yola düştük. Tekrar asker içine düştük. Yine ateş ettiler. Ancak bu sefer yara almadan kurtulduk. Böylece yolumuza devam ettik. Gittik. Bir yakınımız vardı orada. Onun oğlu da bizim yanımızda. O adamımızın (yakınımızın) adı, Hemêd’di (Hemê Surê olabilir). Biz onun yanına gittik. Amcam ona, “Hemed! Çocuklar açlıktan ölüyor. Ne yapalım, ne edelim?” dedi.
Hemêd dedi; “Ne yapayım, bilmiyorum ki? Hele bir dur! O karşıda bir keçi var. Ben gidip o keçiyi getireyim. Gidip o keçiyi getirip kestiler. Keçiden akan kanının önüne bir tas koydular ve o kanı ateşe koyup pişirerek bize verdiler. "Et oluncaya kadar bunu yiyin!" dediler. Biz, kana yumulduk. Demek ki karnımız çok açmış ki kan bizi çarptı ve orada bayılmışız. Bütün çocuklar bir bir yere düşmüşüz.
Kendimize geldiğimizde, eti temizleyip pişirmişlerdi. Bir taraftan da yüzümüze su sürüyorlar uyanmamız için. Bize ilkin birer parça et verdiler. Biz bu verilen eti yedik. Epey konuştuktan sonra yeniden et verdiler; dokunmasın parça parça veriyorlar. Tam üç kere et yedikten sonra, biz uyumaya kaldık. Sonra, sabah uyandık. Amcam, Hemedi göndererek, “Hele git, bak Laç Deresi’ne! Bize haber getir; ne olmuş, ne bitmiş?" diye. Hemed dönüp gelince, “Asker mağaralardakileri alıp götürmüş." dedi. Biz, Laç Deresi’ne tekrar geri geldik. Orada kimseyi bulamadık. İnsanları, kardeşlerimi; hepsini asker alıp götürmüştü.
K.G: Kimler vardı içlerinde?
B.Ç; İki erkek kardeşimi, bir bacımı ve halamı... Hiç biri yoktu, onları göremedik. Daha sonra da göremedik. Sanırım götürüp öldürmüşler. Kimseyi yerinde bırakmamışlar. Garp’a sürgüne de götürmemişler, bunu da hiç duymadık. Bir daha izine rast gelmedik. Öyle meçhule gittiler.
Zaten o zaman kim ele geçtiyse kafile kafile biraz yürüttükten sonra, kurşuna dizerek veya süngüleyerek öldürüyorlardı. Böyle bir zulümdü. Çoluk çocuk, yaşlı, kadın ayırmıyorlardı, uğraşmıyorlardı. Her taraf ölü bedenlerle doluydu. Öyle günlerce, bir avuç toprağa hasret, yazı yabanda güneşin altında, yırtıcı hayvanlar parçalamış bir şekilde...
Kimisini de Munzur suyuna atmışlar. Su alıp aşağı köylere kadar götürmüş. Bir değil, iki değil. Her yer elleri kolları bir birine bağlı cesetle dolmuştu. Bizimkiler nereye gittiler, nerede vuruldular, bilmiyoruz. Bir daha da göremedik. Şu kesin ki sağ kalmadılar. Zaten sağ olsalardı daha sonra haberimiz olurdu. Onları mağaradan çıkarıp alıp götürüp vurmuşlardır. Ya da yukarıdan ateş edip vurdular. Herkes kendi canının derdine düşmüştü. Kim gidip ölüleri gezip bulacaktı ki!..
K.G: Sen yalnız kaldın tabi.
B.Ç: Evet; ben yalnız, kimsesiz kaldım. Amcamın yanındaydım.
K.G: Amcanın adı neydi?
B.Ç: Onun adı Qemer (Kamer) idi. Ona “Qemere Melêke” diyorlardı. Onun yanında kaldım. Çocukları vardı. Evet; çocukları hepsi sağdı. Ben onun yanında kaldım. Daha sonraları onları sürgüne, Çorum’a gönderdiler. Daha sonra, aftan sonra, çıkıp geldiler.
K.G: Sen de sürgüne gittin mi?
B.Ç: Yok ben gitmedim; ben kaldım. Ben, bizim rayver (inanç önderi) vardı; onun yanında kaldım. Şu Korkes köyünde kladım. O beni alıp götürüp nüfusuna kayıt etmişti, Mazgirt’te.
B.Çetinkaya’nın eşi: Sen hepsini anlat. Amcan seni nereye götürdü? Haydaranlı aşiretinden birine mi vermiş ne?
B.Ç: Ben de onu diyorum ya: “Beni götürüp üstüne, nüfusuna yazmış.” dedim ya. Ben on yıl orada, onlarda kaldım. Sonra amcam garptan, sürgünden gelince, beni geri istediler. Araya adam koydular; ancak yanında kaldığım aile beni vermedi. Daha sonra tekrar istemeye geldiklerinde, orada bir muhtar vardı, adı Wuşen idi. O kızdı, dedi; “Bu adamların oğlunu verin, kimsenin evladı kimsede emanet kalmaz!” diye. Böylece, beni amcama geri verdiler. Amcam, beni götürüp Mazgirt’te onların nüfusundan düşürdü. Kendi üstüne kaydımı yaptı. Oradan köyümüze geri döndük.
K.G: Köyünüz nasıldı, ne durumdaydı?
B.Ç: Nasıl olsun, işte öyle. Yakılmış, yıkılmış, virane olmuş bir halde. Mal davarımız yok; açlık, susuzluk, perişanlık diz boyu. Karda kışta kafamızı sokacak bir dam bile yoktu. O dağların acımasız ve o yaman kışında! Biz, gidip bir iki oda yaptık da öyle perişan bir halde içinde kaldık.
K.G: Peki amca; sizin köyde kaç kişi vurdular, kime ne oldu?
B.Ç: Yahu be kardeşim! Ne olsun? Tabi ki bir çoğunu vurdular. Kaçanların bazıları ise kurtuldu. Her biri bir tarafa dağılıp gitti. Sonrası, kimse kimseden haber alamadı. Köy boştu, adam madam kalmamıştı. Bizim evden (aileden) bir tek ben kalmışım...
B. Çetinkaya’nın eşi: Bunun babası da vurulmadan önce, ihbarcının biri, milisin biri, köye gelmiş. Bu da gitmiş, bir yaşlı kadın demiş, “Evim çalınmış! Gel, kendisinden –yani bunun babasından- al!” demişler. İşte, onu orada vuruyorlar.
B.Ç: Yahu, öyle değil! Ne kadını? O adammış.
K.G: Amca, sen anlat! Babanı nasıl vurmuşlar?
B.Ç: Ben anlatayım, dur sen! Biz, dağdaydık, beraberdik. Bir gün geldiler ve babam için dediler, "Bu adam bizden evimizi almış. Evimizi geri versin!" diye. Benim babamla onlar sağdıçlarmış. Yani bu gelenlerle. Güya, işte. Yani ev dedikleri nedir ki? Tarlalar yanmış, buğday başakları kavrulmuş. Bunları yaşamak için, hayatta kalmak için almış. "O yarı yanmış başakları neden almış?" demişler.
Milisler, köye yakın bir yere gelmişler; Yusufanlı aşiretinden olan milisler. Meğer ki hükümet kendilerine para vermiş. Kelle karşılığı! Babamı çağırıyorlar, köyün yakın bir yerine ve orada vuruyorlar. Kafasını kesip hükümete götürüp askere teslim ediyorlar: “Biz eşkıya vurduk.” diye. Oysa, "musahiplik-sağdıçlık-iqrar"; bizim Dersim Raa Heq-Alevi inancına göre, "Kardeşlikten çok daha öte bir durumdur bu sağdıçlık!” Böyle bir inanç ve yakınlık olduğu halde, bu kötülüğü yapmışlar.
K.G: O gelen adamın adı neymiş?
B.Ç: Onun adı Wuşen (Hüseyin) imiş. Yusufanlı, Tulik köyünden.
K.G: Peki, o adama ne oldu? Siz tekrar köye gelip yerleştikten sonra, onlar size nasıl davrandı?
B.Ç: Onlar mı? O hooo! Onlar yine gelip bizi tehdit ediyorlardı. Bize diyorlardı; “Bize mal mülk verin!” Babamı vuran o adam, sağda solda açık açık, "Babamı vurduğunu!" söylüyordu. Ben ne diyeyim? Haq Thala belasını versin! Evimize geliyorlardı. Bizi görüyorlardı. "Defolun gidin!" diyemedik. Gözümüz değiyordu, zoruma gidiyordu. Kaldı öyle...
K.G: Peki. O zaman bazı kız çocukları varmış; onlara ne oldu? Onları kim götürmüş, bu konuda bir bilgin var mı?
B.Ç.'nın eşi: 1938 ‘de kızları alıp götürüyorlarmış, onu soruyor!
B.Ç: Benim bildiğim, kardeşlerimi ve halamı alıp götürmüşler. Bilmiyorum ne etmişler, ne olmuş? Amcamın hanımı diyor, yani yengem diyor, “Subaylar, askerlerle o mağaraya geldikleri zaman, çocuğun birini atın üstünde kucağına almış. Birini atın arkasına alıp götürmüşler. Hiç haberimiz olmadı. “Vurmuşlar mı, ne yapmışlar?” diye. “Yengemi de götürmüşler ama ona karışmamışlar.” Diyor, “Çocukları alıp götürmüşler.” O yengem de Çorum’a sürgüne gidiyor. Daha sonra gelince konuştu tüm bunları.
İşte böyle olmuş. Dünya ana baba günüymüş! Biz çocukmuşuz. O zaman tüm bu olan bitenlere tam aklımız ermiyordu. Dere tepe ölü beden-ceset doluydu. Biz ölülerin üstüne basıp gidiyorduk, üstünden atlayıp gidiyorduk...
K.G: Peki amca. Siz ne yiyordunuz, o zaman nasıl besleniyordunuz?
B.Ç: İnsanlar per perişandı. Öyle bir avuç un, buğdayı olan onu zar zor bir şekilde yemeye çalışıyordu. Haq Thala kimseye o günleri tekrar göstermesin, kimsenin başına getirmesin! Bizi insanlığımızdan ettiler. Bilmiyorum suçumuz, günahımız neydi!..
K.G: Wesu war be apo/sağol amcacığım!
Mülakat: Kazım Gündoğan
Transkript (Kırmancki-Zazaca'dan): Asmen Ercan Gür