Var mı? Yok mu? Seviyor mu? Sevmiyor mu?
Tanrı ve kulu hakkında düşünürken cevap arayışında neredeyse kaybedebiliyoruz kendimizi.
İnsan kendinden emin olamıyorken, fazlasıyla eksik bir canlıyken bir tanrının varlığından nasıl bu kadar emin olabiliyor? İnsan zekâsının evriminin yan etkisi olarak değerlendirirsek bu durumu, mental dengeyi koruma ihtiyacı ortaya çıkar.
Evrimselleşmenin sağladığı zeka gelişimi algıladığımız her şeyi neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde değerlendirme ihtiyacını doğurur. Bu mekanizma insanda kontrol etme yanıltısına yol açar, ancak etrafımızda bizim dışımızda neden- sonuç ilişkisini sağlayan o kadar çok olgu var ki hepsini çözmeye ve açıklamaya gücümüz yetmez.
Bilinmeyenler, açıklayamadıklarımız ve gücümüzün yetersiz kaldığı noktalarda belirsizlik belirir ve en ilkel ve temel duygu olan korku devreye girer, inancımızı ve hayatımızı şekillendirmeye başlar. Var olanları kaybetme tehlikesine karşıt hissettiğimiz bu duyguyu yönetme ve kontrol etme ihtiyacı bizim farklı savunma mekanizmaları geliştirmemizi sağlar. İnsan yaşamını sürdürebilmek adına kendine güvenli bir ortam oluşturma çabası içinde belirsizliklere farklı tepkiler verir. Ama hepimizin amacı bu belirsizlikleri yok etmektir, burada önemli olan kişinin ve toplumların seçmiş oldukları ve sergiledikleri “belirsizlikleri yok etme” eğilimleridir.
Nasıl bir çocuğun sağlıklı gelişimi için, huzurlu ve dengeli bir yaşam sağlayabilmesi için, kendini güvende hissedebilmesi için ebeveynler tarafından koyulan sınırlar ve kurallar önemliyse, sosyal varlıklar olarak toplumsal düzeni sağlayan kurallarda toplum için o denli önemlidir. Daha da önemlisi bu kuralların yapısıdır, yani sağlıklı ve güvenli bir yaşam için sağlıklı ve güvenli sınırlar ve kurallar gereklidir.
Çok kısıtlayıcı, çok geniş veya tutarsız sınırlar ve kurallar belirsizlikleri yok etmek yerine, güveni ve dengeyi sağlamak yerine var olan dengeleri de bozar. Örneğin, şımarıklık, anne ve baba tutumlarıyla ilgilidir ve çocukla sağlam ve sağlıklı bir otorite oturtulmaması sonucu doğan bir davranış seklidir.
Bu otoritenin sağlam olabilmesi için yerinde ödül ve yerinde ceza sisteminin uygulanması gerekir.
Bu otorite çocuğun kişisel gelişiminde ve sorumlu bir birey olabilme yolunda önemli bir etkendir: Sağlıklı bir gelişimi ya sağlar ya engeller! Sonuç olarak insanoğlunun doğasında var olan inanç belli ihtiyaçlara cevap arayışı içinde dinde can bulmuştur. Çağların bir zamanında neredeyse her toplumsal sorun dini kurallarla düzene oturtulurken, zaman geçer hukuk kuralları oluşur ancak dini kurallar kalıcı olarak işlemeye devam eder. Peki dini kuralları bu kadar güçlü ve kalıcı kılan nedir? Dini kurallarla sağlanan otorite ve güçte ararken bu sorunun cevabını, Jean Paul Sartre’nin bir cümlesi geldi aklıma “Ezilenler arasında din adamı yoktur. Din adamları, ezen sınıf ya da ırkların asalağıdır.”
Diğer yandan dini kuralların insanlara sağladıklarında cevabı ararken Mevlâna’nın sözleri geldi aklıma “Allah’a sığınmaktan daha iyi bir kale yoktur; o kaleyi kendine yurt edin.” Yani en ilkel ve temel duygu olan korkudan kaçma eylemini belirtir ve kimi maddeye, kimi insana, kimi doğaya kimi de Allah’a sığınır. Korkuya karşı üç ana tepkiden biri olan "kaçış" (diğer ikisi de "don, savaş" olmak üzere), çözüm olarak seçilir.
Bu seçim "özgür insanın" gerektirdiği sorumlulukları yerine getiremediği için kendinden kaçma eylemi değil midir?