“Rüyalar” diyorum azizim.
Siz de rüya görür müsünüz?
Ben neredeyse her sabah film gibi bir rüyanın içinden sıyrılarak gerçeğe uyanırım. Rüya, başka bir oluşumda kendimle yeniden buluşmak gibi gelir bana.
Yazarlık serüvenine atıldığımdan beri rüyalarımı daha ciddiye almaya ve daha çok yazmaya da başladım. Evet evet, rüyalarımı yazıyorum. Bazıları anlamlı, bazıları anlamsız onlarca yazılı rüyam var. Beni nereye taşımaya çalıştıklarını çoğu zaman bilmiyorum. Hiçbirini Freudian ya da neoFreudian staylı, şekillerden anlam çıkararak analiz etmeyi düşünmedim. Aksine her defasında kendime sorduğum soru şuydu: “Bunun benim için manası ne?” Rüyamda gördüğüm her karakter benden bir parçayı anlatıyor olmalıydı.
Hadi şimdi siz de en son gördüğünüz rüyayı düşünün. Başlangıcı ve bitimini. Çok mu anlamsız? Olsun, görüntüyü zihninizde tutun.
Rüyalarımdan birini, psikodrama eğitimim sırasında rahmetli Emre Kapkın ile çalışılmıştık. Eğitimin konusu anlayacağınız üzere “rüyalar”dı. O eğitim salonunda diğer katılımcıların arasında otururken göz göze gelmiştik.
“Bir rüyam var” cümlesi dökülüverdi dudaklarımdan. “Ama o kadar. Sadece anlamsız bir rüyam var ve detaylarını neredeyse hiç hatırlamıyordum.”
“Bu yeterli” dedi Emre hoca.
Psikodramada “sahne” diye adlandırılan, katılımcıların oluşturduğu çemberin ortasına davet etti beni. Hafifçe omuzuma dokunarak cesaretlendirdi. Sahnedeydim artık. Kısa adımlarla süzülür gibi yürümeye başladık. Gözlerimi kapadım. Emre hoca, gökyüzünden yankılanan nağmeler edasında sorular soruyordu.
“Rüyadan zihnine yansıyan görüntüleri düşün. Neredesin? Kimler var bu rüyada?”
Oda ne! Bir bir dökülmüştü görüntüler.
“Göl kenarında bir tekne!” diye yanıtladım.
“Nasıl bir tekne?” “Ne kadar büyük?” “Kimler var bu teknede?”
Geçen bir satin sonunda kendi içimde birçok ben’le karşılaşmıştım.
Yürümek sağ ve sol beyni aynı anda çalıştırdığı için hipokampüsü (beynin kütüphanesi) aktive ediyormuş, bunu sonradan öğrenecektim. Psikodrama kurucusu Zerka Moreno nasıl da bilmiş bunu.
Yıllar yıllar geçti. Bu sabah yine bir film sahnesinden sıyrılarak açtım gözlerimi. Göğüs kafesim, yerinden çıkmaya çalışan kalbimi güçlükle tutuyordu. Öğrendim ki ilkel beyin amigdala aktive olduğunda hatırlama daha güçlü oluyor. Rüyanın öncesinde bedenime yayılan stres daha da etkisini gösterir vaziyetteydi. Ellerim, zoraki tuttuğu kalemimden dökülen kelimeleri sayfaya aktarmaya çalışırken gözlerim kapanıyordu. Son cümleyi yazdıktan hemen sonra uyumuşum. Yatışmıştım.
Uyanınca başladım araştırmaya.
Rüyalar…
Rüyalarımız anılarımıza göre şekillenir. Zannettiğimiz gibi beynimiz uyurken değil, nöronlarımız etkileşimli olduğunda oluşur. Beyin sapındaki küçük bir bölge hareket etmemizi engeller. Gözlerimiz dışında bedenimizin tüm parçaları paralize olur. Uykuya geçtiğimizde, düşünceleri oluşturmak ve mantık kurmaktan sorumlu olan ön lob kapanır. Tam da bu nedenle garip görsellerle dolu rüyalar görürüz. Beynimizin kütüphanesi olan hipokampüs ve ilkel beyin amigdala iş başındadır. Duygu yoğunluğu bu nedenle oluşur ve biz rüyalarımızı hatırlarız. Rüyaların oluştuğu REM (Rapid eye movement) yani hızlı göz hareketleri esnasında duygusal beyin aktif mantıksal beyin pasif olur.
Fizyolojik açıdan rüyalar, uyku sırasındaki nöral süreçlere bir tepki ya da yanıt olarak tanımlanırken, psikolojik açıdan bilinçaltının yansımaları olarak görülür. Bazı manevi ilim alimleri rüyaların gelecek hakkında haber veren aracılar olduğuna inanır Bu nedenledir ki birçok kültürde ilahî âleme danışmak için istihareye başvurulur.
Eskiden rüyaların tanrılardan gelen mesajlar olduğuna inanılırmış. Üç bin yıl önce Mısır’da rüya çözümleme çalışmaları olduğu anlaşılıyor. Bu, daha da öncesinde Mezopotamya hiyerogliflerinde görülmüş. Roma imparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemlerde, rüyada görülen şekillere anlamlar verilmeye çalışılmış. Sonra sıra nazaran yakın geçmişe kadar geliyor elbet. Viktoria döneminde rüyaların yemekleri hazmedemediğimizden olduğuna inanmaya başlamışlar. 1880’lerde ise rüyalar beyinde incelenmeye başlanmış.
Sonra sevgili Freud! O bir nöropsikolog. Şekillere anlam vermeye başlamış. Ona göre rüyalar, baskı altında tutulmuş arzuların farklı şekillerdeki görüntüleriymiş. Hemen ardından Jung, “Bu sadece cinsel değil” diyerek rüya sembollerine yer vermiş. O, rüyaların 'kolektif bilinçdışı' denilen üçüncü bir kaynaktan da beslendiğini savunmuş. Sonra bir Bilge çıkagelmiş. “Rüyalar azizim” demiş, uyanınca biter. Masal gibi yani.