Edebiyatçı ve Gece Kelebeği (Perperık-a Söe) eserinin yaratıcısı Haydar Karataş, edebiyata bakışını, yaşamından kesitleri ve hayata dair biriktirdiklerini yine kendisi gibi bir edebiyatçı olan Gönül Kıvılcım’a anlattı.
Söyleşi: Gönül KIVILCIM /BirGün Pazar
»Sevgili Haydar Karataş, kelimeleri hayatının merkezine alan birisin. Barış hep büyülü bir kelimedir ama şu günlerde yüklendiği anlam bizler için daha da büyüdü. Ne dersin?
Bu barış beni ürkütüyor, bir yandan umutlanmak istiyorum, af çıkar ülkeme dönerim, sevdiklerime kavuşurum, ne bileyim büyüdüğüm anılara geri dönmek muazzam bir şeymiş gibi geliyor insana, ama diğer tarafta anlamlandıramadığım bir korkum var. Sanki barış değil de başka bir şey oluyormuş hissine kapılıyorum. Hem barış nedir ki, insan yasalar çıkarır, boşaltılan köyler için mesela, geri dönüş programları hazırlar. Yirmi otuz yıldır hapiste yatan insanlarla söyleşiler yapar. Düşünün bir başbakan ya da devlet yetkilisi gidip onları ziyaret etse! Ben olacak denen bu barışın toplumsal alt yapısının hiç oluşmadığına inanıyorum, aksine aşırıya varan tutuklamalarla çelişkiler derinleştirildi. Biz barış diyerek bir özlemi dile getiriyoruz, insanlar bir arada kardeşce yaşamayı özlemiş, ama kardeşliği bozan asıl faktörler öyle yerli yerinde duruyor.
Mesela bir CHP örneği vardı, Kılıçdaroğlu ilk aşamada açık kredi verdi, ancak başbakan atılan adımı karşıt cepheye itti, oysa ulusalcıların sürece dahil edilmesi ve dönüşümün orada da hayat bulması, Öcalan ile görüşme kadar önemliydi. MHP’yi de rahatlatmak gerekmez mi? Ya işler yolunda gitmez ve toplum büyük bir öfkeye kapılırsa bu felaketlerden felaket olmaz mı? İslami söylem üzerinden bir barış ileride toplumun başka kesimlerinde de büyük sorunlara yol açabilir. Anlamlandıramadığım kaygı ve korkularım var.
ALEVİLER BARIŞ SÜRECİNDE DIŞLANIYOR
»Bu korkularda Alevi olmanın da payı var mı? Bir barış olsa bile Alevilerin bundan dışlanacağı korkusu mesela?
İslami söylem üzerinden bir barış söyleminin beni korkutmasında bir tarihi geçmiş var mıdır bilmem, ama Anadolu ve Dersim Alevileri büyük Alevi kıyımının Kürt beyi İdris-i Bitlisi ile Yavuz Sultan Selim arasında varılan anlaşma ile yapıldığını hep akılda tutarlar. Neredeyse bütün Avrupa’yı dolaştım ve Alevi derneklerine konuk oldum, okumalar yaptım. Gözlediğim şudur, demokrasi ve özgürlük vurgusu yerine sorunlarımızı İslamın çözeceğini söylemek bu çevrelerde korkuya yol açıyor. Kürt meselesinden daha derin bir yara var orada, İslamın sünni yaklaşımı Anadolu’nun tutkalı olamaz. Öcalan’ın ayetten örnek vermesi, gençken namaz kılıyordum demesi Dersimlileri ve Alevileri çok ürkütmüş, özellikle yaşlı kesim çok korkmuş. Aşırı İslami vurgu Alevilerin barış sürecine katılmasını edilgen kılar. Türk ve Kürt Alevileri hala Anadolu’nun en büyük çimentosu, milliyetçilik o kesimlerde yeterince hayat bulmadı. Böylesi barış süreçlerinde bu dinamik iyi bir tutkal görevi görebilir, ancak ayetleri yarıştırsanız, hangimiz daha iyi namaz kılıyoruz noktasına durumu getirirseniz bu kesimi korkutur edilgen faktör haline getirirsiniz.
»Evet bir kadın olarak beni de ümmet devletine vurgu korkutuyor. Ama sanki bir milat lazım herkese. Kanın duracağı, insanların birbirine güvenmeye başlayacağı… Oğlu olanların çocuklarının geleceğinden korku duymayacağı, toprağın altına kasetlerin kitapların değil kinin gömüleceği bir milat.
Evet, eğer bu barış sağlanırsa bu bir milat olur, bu ikinci Mahmut’tan beri süre gelen kimlik savaşlarının bir sonu, yani bir çağın kapanıp başka bir çağın açılması demek. Bunu yapan kişi tarihe geçer, itirazlar tam burada başlıyor. Ulusalcılar için bu miladı başlatan Mustafa Kemal’dir, bunun bir milat olacağı ortada ve soruyorlar Mustafa Kemal’i yeni sürece nasıl adapte edeceğiz?
KÖYÜME DÖNMEK İSTİYORUM
»Evet bunlar kritik sorular, buna ve barış sürecini tehlikeye atabilecek diğer düğümlere geçmeden önce sürgünde yaşayan bir Dersimli edebiyatçı olarak barış somut olarak sana ne ifade ediyor?
1993’teki Turgut Özal girişimi olduğunda Buca cezaevinde Kürt koğuşundaydım. 40 kişilik bir koğuşta 120-130 kişi kalırdık. Hiç unutmam, insanlar bir iki yıldır hapisteydiler, buna rağmen nasıl ki Beka’ya heyetler gitti bir fırtına koptu koğuşlarda. Halaylar çekildi, af geliyor dendi, İzmir Diyarbakır, Diyarbakır İzmir oluyor sandı insanlar. Bu sürecin mağdurları aynı coşkuyu duyar mı bilmiyorum, ne kadar kanadı yaralar, konuşmak dahi istemiyor pek çok kesim. Uzak bir özlem, ama Türkiye’ye dönmek muazzam bir şey olsa gerek, annemi alıp köye götürmek, geride bıraktıklarımı görmek. Annem çok yaşlandı, ölür de cenazesine katılamam diye korkarım.
»Ne zamandır görmedin anneni?
1992 yılında tutuklandım ve bir daha görüşme şansını ancak İsviçre’ye çıkınca elde edebildim yani 2009 yılı. İsviçre’ye davet ettim, bakalım. Burada 1980 yılında gelmiş ve hala Türkiye’de aranan insanlar var, hısım akrabalarını görmüyorlar.
»Peki barış sürecin bekleyen tehlikelere geçmeden önce sence son otuz yılda her iki tarafın yaptığı en önemli hatalar nelerdi? Bu hataları konuşmadan da gelemez barış değil mi?
Benim üzerinde durduğum bu. Türk ulusu çok güçlü bir lider yarattı, Atatürk olgusunu ve ona yüklenen misyonu öylesine abarttılar ki, her köy meydanına, her okul kapısına heykelleri dikildi. Kürtler, buna karşı, aynı dokunulmazlıkta Başkan Öcalan idolünü yarattılar. Sınıf bilinci, inançlı olmak gibi, ulus bilinci gibi bir kavram geliştirdiler. İki taraf için de vazgeçilmez bir lider tabusu oluştu. Pratik hatalar da oldu elbet.
Köy yakmalar, insanlara dışkı yedirmeler ve gene PKK’nin büyük şehirlerdeki sivil insanları hedef alır tarzda büyük alış veriş yerlerini yakmalar vs.
BU BARIŞ BENİ ÜRKÜTÜYOR
»Anladım. Bu barış beni ükütüyor diyordun en başta. Neden? Barış sürecinde neler tehlikeli olur sence?
Politik çıkarlar, hesaplar bu sürecin en büyük tehlikesidir. Paradoks şudur: Başbakan ve Öcalan, hatta kamuoyu barış sürecini Erdoğan’ın başkanlık stratejisinin bir parçası olarak algılıyor. Dünyaya bakıldığında da görülen bu, toplumsal barışı sağlayan liderler politik hesap yapmazlar. Tek bir siyasi çıkar vardır, barışı sağlamak. Otuz yıldır süren bir savaşı bitirmek bir ülkeye başkan olmaktan çok daha büyük bir anlama sahiptir. Barışa barış olarak bakmamak sanıldığından da tehlikelidir.
»İyi de yine aynı soruyu soracağım. Bir milat lazım. Nereden başlayacağız. İki tarafta da yaralar kanamaya devam ederken soğukkanlılıkla nasıl tartışmaya başlayabiliriz ve kime güveneceğiz? Güvenmeye nereden başlayacağız eğer Erdoğan’a güvenmiyorsak?
Ben güven meselesi dışında bakıyorum olaya. Bunu inanarak yaptığına eminim, ama bir politik lider ülkeye barış getirmenin, bir devlete başkan olmaktan çok daha anlamlı ve kalıcı olduğunu göremiyorsa o barış tehlikeye girer. Bence Erdoğan’ın politik kariyeri taçlanacaksa; ‘bu ülkenin ilk başkanı ben olayım’ olmamalı, en azından bu gölgeyi kaldırmalıdır. İki yüz yıllık bir kimlik çalkantısına son veriyorum övüncüyle dolu olmalı göğsü, bunu sağlamak büyük bir milattır, o siyasetçiyi tarihe mal eder.
BARIŞ BÜYÜK BİR FELAKETE YOL AÇABİLİR
»Orada, yurt dışında nasıl algılanıyor barış ve barış ne kadar yakın sence?
Buradaki gazeteleri okuyorum ve oradan bu süreci anlamlandırmaya çalışıyorum, Avrupa’daki entelektüeller, gazeteciler de ne diyeceğini bilmiyor. İyidir, iyidir demekten öteye gitmiyor yorumlar. Erdoğan’ın son yıllarda sertleşen politikası ve söylemi ile bu ani demokrasi ve özgürlük hamlesi herkesi şaşırtmış, hangi Erdoğan demekten kendilerini alamıyorlar.
Dolayısıyla barış ne kadar yakın diyemiyor kimse.
Aslında büyük tehlikelerden biri budur, Kürt meselesini Erdoğan çözmek istiyor olabilir ancak bunu tek başına yapmak istiyor. Bu durumda, ulusalcılar için bu bir ölüm kalım meselesi haline gelir.
Çünkü, cumhuriyet felsefesi öyle birşey yaptı ki, Türklüğü, Türk modernizmini hepsini Mustafa Kemal’in kişiliğinde birleştirdi. Şimdi anayasadan Türk milleti tanımını çıkarmak onlar için Mustafa Kemal felsefesinin sonu olarak algılanıyor. Aslında Kürt meselesine karşıt olmaktan ziyade onların derdi Mustafa Kemal’i kurtarmak, onun kurucu öge faktörünü ayakta tutmak istiyorlar. Çünkü onlar için bunun anlamı var, islamlaşma tiradına karşı olguyu da Mustafa Kemal’in şahsına indirgediler. Kemal Atatük geldi bizi Suudi Arabistan olmaktan kurtadıysa inandırdılar kendilerini yüz yıldır. Kemalistler O’nu dokunulmaz bir tabuya dönüştürdüler, Erdoğan’ın bu tür girişimlerini o tabuya savaş açması olarak anlıyorlar.
Bu yüzden de eğer işler rayından çıkarsa barış büyük bir felakete dönüşebilir diye düşünüyorum.
Peki İzmir’in Diyarbakır Diyarbakır’ın İzmir olması yani batıyla doğunun kucaklaşması için daha mı yavaş gitmek gerekiyor?
Daha yavaş değil, belki daha hızlı gitmek lazım. Ancak karşılıklı güvenilir barışın muhataplarını bulmak lazım. Öcalan ve Erdoğan’a da dur diyebilecek barış temsilcilerini oluşturmamız lazım. Devlet devlete oturmuşlar, ikisi de gardını alarak konuşuyor. Müslümanlıkta anlaştık demekle kendilerini kandırabilirler. Barış konserleri yapmak, ne bileyim, büyük aktiviteler yapmak gerekir diye düşünüyorum. Politikacıların korkacağı bir barış tabanının oluşması lazım. O yok, bunu nasıl oluşturabiliriz…
Böyle dönemlerde yasaklı Kürt sanatçılar ile sembol haline gelen Türk sanatçılar ortak birşeyler yapmalıdırlar. Ama herkes tutuk, içimizden gelmiyor birşey yapmak, çünkü barış söylemi üzerinden başka kavgaların verildiğine kendimizi ikna etmişiz. Belki haklıyız, ama öyle olsa dahi, arzu ettiğimiz barış felsefesini topluma mal edebiliriz böyle anlarda.
»Evet ben de sana edebiyatçılara, sanatçılara düşen rolü sormak üzereydim. Herkesin korkuları, hesapları var ve bu korkular hesaplar uzak kıldı sanki sanatçıyı toplum meselelerinden.
Bizde sanatçılar, edebiyatçılar politik argümanın bir parçası olarak görüyorlar kendini. Edebiyatçıları hain gören bir toprakta yazıyoruz. bizler hala Kürt edebiyatçılarla ortak birşey yapamadık, hala Türkiye’de yayınlanan kitap ekleri Kürt edebiyatından, Zazaların, Lazların yazdıklarından haber vermiyor. İsviçre’de yaşıyorum, ülke dört dilli, ama kitap ekleri diğer dillerde çıkan eserlerden haberdar eder bizi. Bir Dersim Hikâyesi edebiyatımızda ilkti. Geçikmiş bir ilk, ama böyle anlarda neden güçlenmesin böyle girişimler.
POLİTİKACILARIN YOL GÖSTERİCİLİĞİNDEN KORKUYORUM
Tamam korkularımızdan değil umutlarımızdan bahsedelim o zaman. Önemli bir şeye değindin. Barış felsefesi. Bunu biraz daha açar mısın?
Barışın felsefesi toplumsaldır, yani argümanlarını politikacılar değil, sivil toplum kuruluşları, yazarlar, dernekler, sanatçılar oluşturur. Politikacılardan ona sahip çıkan kazanır. Oysa burada tersi oluyor, politik çıkarlar hesaplanıyor. Ben politikacıların yol göstericiliğinden korkan biriyim. Halktan, sivil olandan yanayım. Özal dönemi bana daha hoş geliyordu, gerçekçi olmalıyız, en berbat teorileri çekinmeden dillendirmeliyiz, öyle ki hayal kırıklığı yaşamayalım, daha sağlıklı yola devam edebilelim. Bu kadar aşırı lider eksenli düşünmek bize bela getirebilir, belki de barışın felsefesi derken, iki toplumda bu lider eksenli düşünmekten biraz uzaklaşsın, rahat düşünsünler. Kemalistler beş dakikalığına Mustafa Kemal’i bir tarafa bıraksınlar, dindarlar Erdoğan’ı, Kürtler Apo’yu. Evet biz beraber eğlenebiliriz diyebilmeliyiz. Farklı düşünelim ama eğlenelim de.
»Evet barış gelsin ve yaraları iyileştirip biraz da eğlenelim. Edebiyat iyileştirsin yaralarımızı. Müzik, film, sanat iyileştirsin. Son olarak şunu sormak istiyorum. Seninle daha önceki yazışmalarımızdan biliyorum ki köyündeki ağaçları, memleketin rüzgârlarını özlemiş bir adamsın. Barış biraz da bunlar değil mi senin için?
Benim için barış af demek. Köyümdeki kiraz ağacı demek. Edebiyatımız, sanat, aklınıza ne geliyorsa iyileşir, daha da önemlisi savaşın hasta düşürdüğü ruhlarımız iyileşir. Onun oluşturduğu kin ve nefret gider, düşük ses tonuyla konuşuruz. Aslında eskiden hiç birşey umurumda değildi, ama bugün acılarımla yaşlanmak istiyorum, o acılara dönmek, onları iyileştirmek istiyorum. Benim Zürich şehrinde kiraz ağacım var, ceviz ağacım, armut, elma. Bu ağaçları ziyaret eder köyümdeki ağaçlara benzetirim. Bu dünyayı size versinler, ama küçük ayak yolunu yasaklasınlar, ille de oraya gitmek istersin. Altı üstü ‘ayakyolu’ diyemiyor insane! Gönül vaz geçmiyor doğduğu topraktan. Zaten bundan sonra Türkler ve Kürtler birbirini yenemez, atılacak her kurşun, söylenecek her olumsuz cümle kopuşu sadece hızlandırır.
GÖNÜL KIVILCIM KİMDİR?
Gönül Kıvılcım Kırıkkale’de doğdu. İlk ve ortaokulu Kırıkkale’de bitirdi. Yüksek öğrenimine İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümünde devam etti. Daha sonra bölüm değiştirerek yüksek lisansı Norveç’in Bergen Üniversitesi’nde Kitle İletişim dalında yaptı. Gazetecilik hayatına Berlin’de, Aktüel dergisinin Almanya muhabiri olarak başladı. 1993-96 yılları arasında Alman televizyonu üçüncü kanalı WDR’e televizyon programları yaptı. Yurda döndükten sonra bir süre Radikal gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Daha sonra NTV Radyo’da cumartesi günleri yayınlanan Kahvaltı Sohbetleri programını hazırladı. Ayrıca ARTE kültür kanalına Karadeniz’de kirlilik sorununu ve Türkiye’de çocuk yaşta evlenmeleri anlatan belgeseller çekti.
1998′den sonra edebiyat alanındaki çalışmalarıma ağırlık vererek, gazetecilik yıllarının etkisini de üzerinde taşıyan ilk romanı Jilet Sinan’ı yazdı. Jilet Sinan Arnavutça ve Romenceye çevrildi, Arapçaya çevrilme çalışmaları devam ediyor. “Kasaba ve Yalanlar” adlı öykü kitabına adını veren “Kasaba ve Yalanlar” öyküsü Union Verlag tarafından Almanca yayımlanan “Liebe, Lügen, Gespenster” antolojisinde yer almıştır.