ARKEOLOG SERKAN ERDOĞAN
Dersim’in iç yörelerine gerçekleştirdiğimiz 2012 baharı araştırma gezisinin oldukça verimli geçtiğini söyleyebilirim. Bu gezinin hayat bulmasında sevgili Zeynel Duman ile Burhan Gündoğan’ın katkısı ve duyarlılığı belirleyici bir rol oynamıştır. Söz konusu araştırma gezisinin diğer üyeleri olan Tunceli Üniversitesi’nde görevli Yrd. Doç. Ebru Yüce ile Biyolog Cemil Ergin sayesinde Dersim botaniği konusunda bilgilerimizi çoğalttığımızı ve birlikte iyi bir yol arkadaşlığı yaptığımızı söylemek iyi bir anekdot olacaktır.
Gezimizin iki önemli amacı vardı: Bunlar, Dersim’in arkeolojisini ve bitki örtüsünü bir parça da olsa araştırmaktı. Bu yazının esas amacı kendi uzmanlık alanım olan arkeoloji ve tarih biliminin Dersim ile kesişen yerlerini, sözünü ettiğimiz araştırma gezisinin yeni bulgularıyla birleştirip okuyucuyla paylaşma ihtiyacından ileri gelmektedir. Bu yönüyle gezimizin başlıca amacı yürütülmekte olan baraj projeleri kapsamındaki alanlar üzerinde keşfedilmemiş ya da gözden kaçırılmış kültür varlıklarını saptamak ve gücümüz elverdiği oranda tüm Dersim’in kayıtlara geçmemiş arkeolojik noktalarında inceleme yapmaktı. Büyük ölçüde üstesinden geldiğimiz bu hedeflerimizin sonucunda birtakım çarpıcı sonuçlar elde ettiğimizi söylemek abartı olmayacaktır.
Yapılması planlanan baraj göletinin altında kalacak olan Tunceli il merkezi yakınlarındaki Atlantı (Şögeyik) Köyü’nde yaptığımız araştırma sonucunda Bizans Dönemi’ne ait bir mezarlık alanı (nekrapol) belirlenmiştir. Bizi evine misafir eden Hüseyin Karabulut’un bahçesinde görülen bu lahit tipi mezarların kalıntıları buranın önemini kavramamıza neden oldu. Yaşı 75’leri bulan Hüseyin amcamızın anlattığına göre yeni yaptığı evinin yapımı sırasında bu eserler açığa çıkmış ve daha sonra onları kendi yaptığı bahçesindekoruma altına almış.
Dersim’in bu güzel insanı, ev arazisi üzerinde çıkan tarihi eserlerle ilgili hemen yetkilileri bilgilendirdiğini, devlet görevlilerininde buraya gelip incelemelerde bulunmak süretiyle kendisine ait toprakların SİT Alanı olarak ilan edildiğini de vurgulamaktaydı. “Bir süre sonra kurtarma kazısı için geleceklerini, ancak halen gelmediklerini” söyleyen Hüseyin amcamızın yapılacak baraja karşı olduğunu belirtmesi bizim için önemliydi. Buradaki eserlerden en göze çarpanı bir Bizans haçı ile süslenmiş ve boyu 1.90 m.’yi bulan lahitti.
Bu lahitlerin içerisinde bulunan kişiler önemli insanlar olmalıydı. Aksi takdirde diğer Ortaçağ halk mezarları gibi toprağa gömülü toprak mezarlar olması gerekirdi. Öyle görünüyor ki yerel bir beyaz taştan yontulmuş bu lahit mezarlara Dersim’in Ortaçağına ait elit insanları (muhtemelen din adamları, zengin tüccarlar ya da zamanın bürokratları) gömülüydü. Bununla birlikte lahit kapakları olarak kullanılmış yontulmuş taşlar arasında bir yazıt ilgimizi fena halde oraya yöneltti.
Şimdiye değin Dersim’de aşina olmadığımız bir alfabeyle taşa kazınmış yazıt buraya gömülmüş olanların etnik kimliği hakkında da bize ipucu verebileceği sanılabilir. Ancak bu yazıtın hem yapısından hem de yazım şeklinden ötürü alfabesinin sırrını tam olarak çözemediğimizi söylemek istiyorum. Gömülenlerin Hıristiyan Ortodoks olduklarına şüphem olmamakla beraber bir lahidin kapak taşı olarak işlev görmüş söz konusu yazıtın Süryanice ya da Bizans Grekçesi ile yazılmış olabileceği kanısındayım ve buna ek olarak Ermeni alfabesi ile yazılmış olmadığını da belirtmek gerekir. Yazıtın dili ister Bizans Grekçesi olsun isterse Süryanice olsun bu veri onların etnik kimliğini anlayabilmek için yeterli olamayabilir. Çünkü her iki alfabenin de geniş bir coğrafya da farklı etnik gruplar tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Aslında Süryanilerin Dersim’de ki varlıkları Pertek yakınlarındaki günümüzde Keban baraj sularının altında kalmış olan Til kiliselerinin yazıtlarından bilinmekteydi. Ancak bir zamanların Dersim’in de Süryani kültürünün ne derece nüfuz ettiği Şögeyik yazıtlarının Süryanice olduğunun kanıtlanabilmesi halinde bir anlam kazanacaktır. Hüseyin Amcamızın anlattığına göre aynı alfabeyle yazılmış öteki bir kitabe Elazığ Müzesi’ne taşınmış
Anbar Kalesi önceden beri bilinmekle beraber hakkında az bir bilgi sahibi olduğumuz yerlerin başında gelmekteydi. Kale, Pah’a doğru dar bir vadiyi kontrol altında tutmaktaydı ve bunun dışında her tarafının dağlar ile çevrili olması kaleyi adeta doğal bir duvarlarla zapt edilmez kılmıştı. Kale üzerinde yer alan mimari mekânlar buranın uzun dönemler boyunca insanlar tarafından iskân edildiğini göstermektedir. Saptanan mimari mekânlar ve çanak çömlek kırıkları yoluyla anlamaktayız ki kale muhtemelen Urartular tarafından kurulmuş Helenistik ve Roma döneminde yaşayan Anbarlılar tarafından yerleşim görmüş ve Bizans ve Bizans sonrası da yerleşim devam etmiş gözükmektedir. Kalede kaya cephesine oyulmuş iki oda vardır. Bunlardan birisinin kaya kilisesi olduğuna şahit olduk. Bu kilise Bizans döneminde ve takriben Şögeyik kalıntıları ile çağdaş bir zamanda inşa edilmiş olmalıydı. Öteki kaya oyuğu erişilmez olduğu için tanımlayamadık. Ancak bir Urartu kaya mezarı olma olasılığı yüksek gibi gözükmektedir. Bunun yanı sıra kale üzerinde değişik yerlerde define arayıcılarının tahribatını görmek mümkündür.
Dersim’den Düzgün Bava’ya giderken Vankük köyü yakınlarında bir kaya kütlesine oyulmuş kare formlu bir oyuk dikkatlerden kaçmadı. Bu tip oyuklar daha doğrusu nişler Urartular tarafından iyi bilinen uygulamalardı ve genellikle dinsel amaçlı olarak yapıldığı şeklinde değerlendirile gelmektedir. Bu kayanın arkasına doğru yüründüğünde burasının bir vadi olduğu ve mevcut her kaya ile ilişkili taş yığınlarının varlığı gözümüzden kaçmadı. Bununla birlikte yine böyle bir kayanın yakınlarında taşlara oyulmuş sıvı akıtmaya yarayan bir kanalın tarafımızdan saptanması Vankük’ün tarihinin milat öncesine değin geriye gittiğinin göstergesi gibiydi.
Önemli gördüğüm diğer bir bulgu Düzgün Bava ile ilişkilidir. Gitmeden önce aklımda acaba Düzgün Bava Dağı ile bağlantılı mitolojik anlatıların kaynağında eski kültürlerin bir payı var mıydı? Dersim inancının bu önemli mihenk yerinin maddi bir dayanağı olabilir miydi? Bunlarla ilişkili maddi bir kalıntı bulabilir miydik gibi sorular kafamda dolanmaya başlamıştı. Düzgün Bava’ya çıkıp Nişangâh denilen kutsanmış yeri aştıktan sonra farkına varılan muntazam yontulmuş dikdörtgen biçimli kaya şaşırtıcıydı. Sonradan öğrendiğime göre buraya Lee adı verilmekte ve önceleri kurban edilen hayvanların boynuzları buraya atılarak adanmaktaydı. Boyu 3 m’yi geçkin ve eni 1,5 m’den fazla olan Lee tipik bir Demir Çağı (M.Ö. 1200-333) özelliği taşımakta idi.
Ayrıca Lee’nin arkasında yer alan kayalıkta insan elinden çıkma izler barındıran unsurların varlığı aynı dönemi işaret etmekteydi. Dolayısıyla kaya mimarisinden hareketle Düzgün Bava’nın bugün olduğu gibi eskiden de kutsal bir yer olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu derin vadinin uzaklardaki doğusunda hâkim bir tepenin üzerinde kale olması mümkün bir yükseltinin varlığı dikkatimi çekti. Bölgeye ilişkin yer tanımlamalarında bize rehber olan sevgili Burhan Gündoğan bu göz mesafesindeki yere Goleşk adı verildiğini ve orasının kale olduğunu bize ifade etti. Goleşk’in kale niteliğinde eski bir yerleşim olmasını daha önceden röportaj yaptığı 100 yaşını geçkin bir Dersim ninesinin söylediklerine dayandırmaktaydı. Sözü edilen yer İresil ile Aşağı Harik köylerine yakın bir yerde ve Peri Suyuna uzak olmayan bir noktadaydı. Aklıma gelen düşünce, burasının Hititler’in adı okunamayan bir kentten söz ederken kentten Şuppina Dağı’na (Düzgün Bava ya da Munzur ?) geçildiği, Zippira (Peri Suyu ?) Nehrine varıldığı sözleriydi.
Ya da yine Hitit Döneminde M.Ö. 15. yüzyılda yaşamış ve kayıp bir uygarlık olan Pahhuwa Krallığı’nın kentlerinden biri miydi? veya Urartu Krallığı’nın bölgedeki yönetim merkezlerinden olan ve şimdiye değin keşfedilmemiş önemli bir yerleşim miydi? Söz konusu uzaklardaki Goleşk Kalesi’nin ihtişamı bizi düşündürmeye sevk ederken mevcut sorulara net bir yanıt vermek elbette mümkün değildi. Ne yazık ki vadinin Peri Suyuna doğru açılan istikameti güvenlik açısından sorunluydu ve bizim gidebilmemiz olanak dâhilinde değildi.
En son durağımız Pülümür yakınlarındaki Gelin odalarıydı. Gelin odalarına giden yol oldukça zahmetliydi ve bu kaya odalarının içlerine girebilmek adeta sırat köprüsünden geçmek gibiydi. Hem bu doğanın zorluğu ve hem de süremizin kısıtlılığı nedeniyle buradaki tek bir kaya odasının inceleyebildik.
Bu sınırlı inceleme dahi burasının Dersim’in ve Urartu coğrafyasının kültürel tarihinde müstesna bir yer olduğunu bir arkeolog olarak kavramama yetti. Gelin odaları denen yerler aslında işlevsel olarak kaya mezarlarıydı ve incelediğimiz mezarda olduğu gibi aynı zamanda tapınak bölümleri de bulunmaktaydı. Burası Urartuların kaya odalarından oluşan bir kaya mezarları kompleksini yansıtmaktadır ve belki de en önemlisi Urartuların neden bu denli söz konusu topraklara önem verdiğine dönük sorulara doğru cevaplar bulabilmektir. Bu sorunun ve konuyla ilişkili öteki bilinmezlerin sırrını yeni araştırmalar aydınlatacaktır.
sosmunzur