Pertek vapurundan çıktığımızda saat sabah 10 sularıydı. Acıkmış martılar, mağrur Pertek Kalesi ve sakin sularıyla Keban Barajını geride bırakarak yine delik deşik bir yol boyunca ilerledi minibüsümüz. Dersim’den Pertek’e kadarki bir buçuk saatlik yolun büyük bir bölümü bu bozuk yollarda, fırtınaya tutulmuş kayık gibi hoplaya zıplaya geçmişti. Minibüsümüzün bütün pencereleri kapalı olmasına rağmen yollardaki toz bir yerlerden giriyor, nefes alışımızı işkenceye çeviriyordu.
40 dereceyi aşan sıcağın alnında bir kısmı çalışan ama çoğunluğu yorgunluktan kendinden geçmiş, bir şapkanın, kökünün yarısı yol çalışması sırasında koparılmış kuru dallı küçük bir ağacın gölgesine sığınmaya çalışan işçilerle doluydu yol boyu. Dersim çıkışından neredeyse Pertek’e kadar yoldaki manzara buydu.
Kalın beton, tel örgüler ve içleri çakıl taşı dolu geniş torbalarla desteklenmiş siperlerin arasından geçip, jandarmanın kimlik kontrolü sonrası bindik Pertek arabalı vapuruna. Minibüsten inip vapurun üst kısmına çıkarak temiz havayı içimize çekip soluklandık biraz. Martıların kanat sesleri, tiz çığlıkları arasında çayımızı yudumladık.
Vapurdan çıkar çıkmaz yine karşıladı bizi yol yapım çalışmaları. Yine toz, yine minibüsümüzün hoplayıp zıplaması, yine içimizi dışımıza çıkarmak için uğraşan bir sarsıntı...
Sanki bütün yolları bölünmüş yol, hatta otoban yapmak için yemin etmiş bir sistemin gazabına uğramıştık. Dersim’den Pertek’e, hadi bilemedin oradan Elazığ’a günde kaç araç, kaç insan gidip geliyordu ki mevcut yolu, dağı, tepeyi, ovayı delik deşik etme pahasına yeni yeni yol yapmaya çalışılıyordu?
Yol, engebesiz bir asfalt haline geldiğinde Elazığ’a girmek üzereydik. Hafif eğimli tepeden, geniş düz bir ovaya doğru hızla aktı minibüsümüz.
Hozat Garajında indiğimde ilk karşıma çıkan pala bıyıklı kişiyi Dersimli Rıza Kasun sandım. Yaşları hemen hemen aynı gibiydi. Beyaz burma bıyıkları ve köşeli şapkası da. Ama Rıza Dayı değildi Harput minibüsünde de hemen arkama oturan siyah şalvarlı, yelekli amca. Onun gibi gülmüyordu her şeyden önce ki Rıza Dayı gibi gülen belki iki üç kişi tanımıştım ömrüm boyunca.
Cezaevindeki HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un Dersim’de toprağa verilmesinden bir gün sonraydı. Cenaze, Ankara’da mezarlığa gömüldükten sonra, ırkçı bir grubun saldırısı ve tehditleri nedeniyle tekrar mezarından çıkarılıp Dersim’e getirilmişti. Bu topraklar bu utancı da görmüştü!
Öğle vakti 1. Enerji Çalıştayından çıkarak Hatun anne için verilen taziye yemeğine katıldık. İşte o yemeğe giderken gördüm Rıza Dayı’yı. Kaldırımın kenarına kurduğu tezgahının önünden geçtik. Çerez, kurutulmuş bitkiler, kekik, reyhan, şekerleme sattığı tezgahından öte, görür görmez “işte tipik bir Dersimli” diyeceğiniz yüzü, küçük neşeli gözleri, uçları yukarı kıvrılmış beyaz bıyıkları ve en önemlisi gülüşü dikkatimi çekmişti. Ne kadar içten, ne kadar sıcak bir gülüş! Bir gülümseme bu kadar yakışırdı bir insana. Yanından gelip geçen, milletvekilinden, belediye başkanına, Hozatlısından, Ovacıklısına herkesin hal hatır edip, selam verdiği bir seyyar satıcı. Dönüp bir kere daha bakma ihtiyacı duyarak hemen 20 metre ilerideki taziye yemeğinin verildiği salona girdim.
Yemek çıkışı Rıza Dayı’nın tezgahına yürüdüm. Bir iki kelime sohbet edip, fotoğrafını çekmek istiyordum. Birisiyle konuşuyordu yine, ısrarla bir şeyler ikram etmek istiyordu. “Bir şey iç, aç mısın? Şunlardan yesene” diye. Arkasından gelen HDP Dersim Milletvekili Alican Önlü ile daldıkları koyu sohbetin de bitmesini bekledim bir kenarda. Sonra yanına gidip ‘merhaba’ diyerek fotoğrafını çekmek için izin istedim. “Fotoğraftan ne olacak benim babam” dedi gülerek. “Çek istediğin kadar. Bir çayımı içmez misin?” Ayak üstü konuştuk adını, yaşını sordum. Ne zamandır bu işle uğraştığını. “82 yaşındayım, 65 yıldır bu işi yaparım”. Sattığı kuru otları Elazığ’dan, Erzincan’dan gidip kendisi alıp geliyormuş. Çay ısrarını “Arkadaşlar bekliyor” diye teşekkür ederek geri çevirdim. Gerçekten de iki arkadaş ilerideki parkın kapısında bizden yana sabırsız bakışlar atarak bekliyordu. Beni “Güle güle benim babam, güle güle canım kurban” diyerek uğurladı Rıza Dayı. Gülüşü ve birkaç kare fotoğrafı kaldı bende.
Harput yolu üzerinde uğradığımız askeri hastanede indi arkamda oturan amca. Düşünceli bir hali vardı. İnince hüzünlü hüzünlü baktı etrafına. Tatlı bir yokuşun ardından on dakika sonra Harput’a ulaştık. Kaleyi sorduğumda “Hemen ileride, biraz aşağıda” diye tarif etti minibüsümüzün genç şoförü. Tam da öğle sıcağında uzaktan gördüm Harput Kalesi’ni.
Tadilatta olduğunu biliyordum ama girmek serbestti. Kale kapısına yakın yarısı ortaya çıkarılmış hamamın karşısında, ulu ağaçların gölgesine gizlenmiş bir kır kahvesinden Harput türküleri yayılıyordu etrafa. “Kar mı yağmış şu Harput’un başına/Kurban olam toprağına taşına”...“3 bin yıllık duvara yazı yazmayın” levhası dikilmişti kalenin girişine. Hummalı bir çalışma vardı içeride. Toz toprakta, 40 derece güneşin altında çalışıyordu işçiler.
Burcun üzerinden öğle güneşinde kavrulan ovadaki Elazığ’a baktım. Üç bin yıldır bu kentin üzerinde ona kol kanat germeye devam ediyordu Harput Kalesi. Yeni taşlarla örülmüş burcun ardından yanık bir türkü tutturmuştu işçinin biri; “Harput’un altı kelek/Dersim’e gidek gelek.”
Özer AKDEMİR