Metin ve Kemal Kahraman, 1990 yılından beridir Dersim bölgesinde derlemeler yapan iki müzisyen kardeş. Dersim’in unutulmaya yüz tutan tarihi, dili, sözlü edebiyatı ve inançları, müziklerinde yeniden hayat buldu. 1993 yılında yayınladıkları ‘Deniz Koydum Adını' albümüyle biriktirdiklerini tüm müzik severlerle paylaştılar. O günden bu güne Dersim’in ve Alevi inancının tüm derinliklerini yayımladıkları, ‘Renklerde Yaşamak’, ‘Yaşlılar Dersim Türküleri Söylüyor’, ‘Ferfecir’, ‘Sürela’, ‘Meyman’, ‘Çevere Hazaru’, ‘Sae Moru/Şahmaran’ ve ’Oğul’ çalışmalarıyla dinleyicilerine yansıtmaya çalışıyorlar.
Metin ve Kemal Kahraman kardeşlerden Kemal Kahraman ile 7 Nisan’da İstanbul Maltepe’de verecekleri konser öncesi bir araya gelip uzun yıllardır üzerine çalıştıkları projeleri konuştuk.
Kemal Kahraman bize yakında yayımlanacak ‘Politik Ağıtlar’ çalışmasını, köylerine kurmak istedikleri Kültür Köyü projesini ve çalışmalarının kaidesini oluşturan sözlü tarih hafızasının önemini anlattı.
- 1993’te yayımladığınız ‘Deniz Koydum Adını’ ve 1995’te yayımladığınız ‘Renklerde Yaşamak albümlerinin ardından dinleyicinizin karşısına daha geleneksel şarkılarla çıktınız. Sizi bu tarz değişikliğine sevk eden ne oldu?
O dönemde söylediğiniz gibi modern şarkılar yapmak daha önemliydi bizim için. Zaten Kürtçe ve Zazaca geleneksel icra edilen bir müzik vardı. Ama bu sanki bu hep lokal kalmak zorundaymış, o günün modern enstrümanlarıyla icra edilemezmiş ya da modern orkestrasyonla icra edilemezmiş gibi. Dolayısıyla hep böyle bir yerellikle ilişkilendirilerek algılanıyordu Kürtçe ve Zazaca müzikler. Zazaca ile yeni şeylerin söylenebileceği, farklı orkestrasyonla icra edilebileceğine ilişkin bir arayış vardı bizim için. Çünkü o günlerde etnik müzik hep geleneksel olurmuş, modern hayat, bu günün dünyası, bu günün insanı bu dillerle anlatılamazmış gibi pek anlaşılmayan bir ön yargı vardı. Biz de bunun doğru olmadığını söylemek istiyorduk.
- Türkçe’nin ya da başka bir dilin ne kadar imkanı varsa kendi dilimizde de bunu söyleyebileceğimizi düşünüyorduk. Modern şarkılar yapmak bu anlamda önemliydi. O dönem bu dillerde farklı, yeni şarkıların yapılabileceğini göstermek, bunu araştırmak önemliydi.
Tabi o günden itibaren dinleyicimiz hemen bunu görmese de, hissetmese de Zazaca söyleme kaygısının öne geçtiği andan itibaren de biz bir an evvel yaşlılarımıza dönmemiz gerektiğini, yeni şarkılar bulmak için Zazaca, Kürtçe söyleme tekniklerini tanımak için, o literatürü tanımak için derlemeler yapmak zorunda olduğumuzu biliyorduk. Çünkü biliyorsunuz siyasi ortam, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ilkelerinde yer alan inkarcılık gibi etkenler nedeniyle bu diller, kültürler ihmal edildi. İhmal edilmek bir yana onların hafızaları yok edildi, tahrip edildi, yağmalandı. Yeni şarkılar bulmak hevesiyle başlayan çalışmalarımız zamanla genelde bir sözlü hafızanın kaydına dönüştü.
Ama söylediğiniz doğrudur. Sonuçta insan, her biri 5-6 yıl süren bu tür çalışmalara girdiğinde kendi yaptığı işleri ihmal ediyor. Şunu çok rahat söyleyebilirim, biz Dersim’de yaptığımız çalışmalar süresince keşfettiklerimiz yüzünden, oradaki sözlü hafızanın ortaya çıkarttıklarından öğrendiklerimiz yüzünden kendi söylediklerimizi, kendi yaptıklarımızı ciddiye alamaz duruma geldik.
İnsan orada ortaya çıkan derinlik, oradaki yüksek soyutlama, oradaki manaya baktığında, bunların farkında olmadığı dönemlerde yazdıklarını artık onların karşısına çıkartamıyor.
- Aslında ilk iki albümdeki Xece, Gulezar, Asme Vejiya, Heso İle Heso ve Serdo gibi şarkılar bunun habercisi gibiydi.
Masallar, hikayeler, hayat öyküleri, ağıtlar, beyitler, dualar gibi dil üzerinden aktarılan her türlü konuşmanın kaydedilmesi gerektiği gibi bir kaygı zamanla daha da netleşti. Çünkü biz bizzat kendimizden görüyorduk dilin, kültürün hızla eridiğini. Zaten 2009 yılına gelindiğinde dilimiz UNESCO tarafından kaybolmaya yüz tutmuş diller arasında sayıldı. Bizim doksanlı yıllardan itibaren başlayan çabamız, böylesi bir somut çözülmeyi de hissediyordu ve bununla ilgili başta şarkılar bulmak için başlayan çalışma zamanla kim ne anlatırsa kaydetmeye dönüştü.
Bunları bir taraftan da anlamaya çalışıyorduk. Yeni yeni şarkılarımız vardı. Deniz Koydum Adını albümünden iki yıl sonra 1995’te Renklerde Yaşamak albümünde yeni şarkılarımız ve bir iki geleneksel ürünü farklı bir orkestrasyon ile icra ettik.
- Dersim’in geleneksel müziğinin ve müziğinizin kaidesini oluşturan sözlü kültür hafızasının ilk örneği hangi albümle başladı?
1997’de ‘Yaşlılar Dersim Türküleri Söylüyor’ adlı bir dokümanter çalışma yayınladık. Orada ilk kez geleneksel müzikle ilgilendiğimizin ya da bu tür ortam kayıtlarına döndüğümüzün, bunlarla da çalıştığımızın bir örneğidir o.
Bir sözlü kültür hafızasıyla muhatap olmuşken bir taraftan kendi yaptığımız şarkılarımız vardı. Ferfecir ve diğer albümlerde kendi eserlerimizi de icra etmeye devam ettik. Ama diğer taraftan da bu başlıkların her biri daha doğrusu sözlü kültür hafızasına ilişkin önemli araştırma başlıkları bizim için netleşiyordu. İnanç, ibadet literatürünü örneklemek, düğün müzikleri, aşk türküleri gibi önceden önümüze koyduğumuz başlıklarımız vardı ve bu çalışmaların tamamı 6-7 yıl süren çalışmalardı. 2006 yılında yayınladığımız Çevere Hazaru /Binler Kapısı, Dersim’in inanç-ibadet literatürünü örneklemek amacıyla yaptığımız bir çalışmaydı.
- Albümlerinizin en önemli özelliklerinden biri de uzun yıllar sürmesi sanırım.
Çevere Hazaru /Binler Kapısı, öncesi bir yana 4 yıl süren bir çalışmaydı. Çünkü çalışmaya girdiğinizde sadece elinizde bulunan müzikal, şiirsel bir takım dini tekstleri yorumlamakla kalmıyorsunuz. Aynı zamanda bu tekstler ne diyor diye anlamaya çalışıyorsunuz. Diyelim Düzgin Bava ile ilgili bir dua var elimizde. Orada Düzgin Bava’nın kartalından söz ediyor, kurtlarından söz ediyor, serçelerinden, geyiklerinden, dağından söz ediyor, Düzgin Bava’nın genç olduğundan, asasından söz ediyor. Sır olduğundan ölmediğinden söz ediyor. Yani birçok farklı sembolle beraber karmaşık bir karakter görüyorsunuz. Mitolojik, sembolik bir karakter görüyorsunuz. Dinler tarihinde bunun yerini arıyorsunuz. Güneşle ilişkin kutsiyetin kartalla, yılanla ilişkilendirildiğini görüyorsunuz.
Hızır’la ilişkin bir beyit derliyorsunuz. Hızır’ın ölümsüzlüğünden söz ediyor, Hızır’ın yaşlılığından söz ediyor. Hızır’ın bir anda gelip geçmesinden, durmadığından söz ediliyor, denizlerin deryaların üzerinde olduğundan, rüzgara bindiğinden söz ediliyor. Bunları sadece icra etmek değil, dinler tarihindeki yeri nedir diye anlamak isteyen çalışmaların her biri 5-6 yıl sürüyor.
- Yaptığınız şarkıların her biri aynı zamanda sözlü tarih çalışması gibi ve Dersim'in kültürel hafızasını ortaya çıkarır nitelikte. Bu müzik yolculuğunuzda birden fazla yolun belirmesine mi neden oluyor?
Mesela sadece Çevere Hazaru’da bu soruların arkasında giderek öğrendiklerimiz bizi çok köklü tezlere getirdi. Biz Alevilik araştırmacısı değiliz, dinler tarihiyle ilgili direkt bir ilişkimiz yok. Ama söylediğini anlamak isteyen merakımız, bizi farklı, hiç ummadığımız noktalara çıkarttı.
- Şarkılarınızda sadece Alevilik hakkında söylenen resmi söylemin dışında geleneksel Alevi kültürünü aşan bilgiler de yer alıyor. Sizi dinleyen biri sadece bir şarkı dinlemenin ötesinde yeni şeyler de öğreniyor.
Alevilik, son yüz yıllık bütün akademik gelenek tarafından eklektik, heteredoks, senkreik diye tarif ediliyor. Biz bu çalışmalar sürecinde, Aleviliğin kendi içerisinde çok sistematik bir mana bütünlüğü taşıdığını, Aleviliğin sözle aktardığı bütün hafızanın aslında yazıyla aktarılmış hafızanın öncesine gidebilecek referanslar taşıdığını hatta yazılı versiyonlarda meselenin nerede, nasıl manipüle edildiğini gösterdiğini gördük, söylenen aksine sözlü hafızanın derinliği ve duruluğuna şahit olduk. O zaman bize öğretilen bütün tezler bir anlamda çöküyor.
Tarih araştırma metodunda ‘Tarih Sümer ile başlar.’ Bu bir şablon cümledir. Çünkü yazı Sümer’le başlar. Tarih de ancak bir belge üzerine kurulu olarak yazılır. Peki sözün hafızası? ‘söz uçar’, ya da hep yazıdan etkilenmiştir. ‘Asıl kaynaklar yazılıdır’, ‘tarih yazıya göre yazılmalıdır’, ‘sözün taşıyıcılık özeliği yoktur.’ Bu türden yüzeysel ön yargılar her yerde kabul görmüştür. Biz çalışmalarımız sırasında bunun böyle olmadığını anladık. Bir Anadolu Mezopotamya’dan söz edildiğinde yerin altında olduğu kadar yerin üzerinde de hala yaşayan bir kültürel hafıza olduğunu, bunun Sümer’e, Mısır’a kadar gittiğini, hatta bize sorarsanız, yazının öncesine ait bir hafızayı taşıdığını söylüyoruz. Sorularımızın arkasından gitmek bizi bir anlamda kendi çapında kültür tarihçisi, dinler tarihi araştırmacısı yaptı.
- Dinleyicinize sözün taşıyıcılık özelliğini gösteren yeni bir çalışmanız var mı? Metin ve Kemal Kahraman dinleyicisi yeni çalışmanızdaki şarkıları dinlerken aynı zamanda ne ile tanışacak?
Şimdi 8 yıldır bitmeyen ‘Dersim Politik Ağıtları’ konulu bir çalışmayla meşgulüz. Dersim’in son 100 yıllık siyasi tarihini ağıtlar üzerinden okumaya çalışıyoruz. Birinci Dünya Savaşı’ndan başlıyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nın farklı cephelerine ilişkin ağıtlarımız var. Çanakkale Savaşı, Osmanlı Rus Harbi, Ermeni Soykırımı, bütün bu seferberlik sürecinde yaşananlar dolayısıyla Enver Paşa’nın sorumlulukları, bunlara ilişkin otantik ağıtlarımız var. Oradan başlayıp, 1920 Koçgiri, 1926 Ali Boğaz Harekatı, 1925 Şeyh Sait olayına değiniyoruz, 1937-38 Dersim Kırımı, 1950 Kore Savaşı… Böyle bir kronoloji içerisinde siyasi tarihi direkt ağıtlar üzerinden okumayı deniyoruz.
Ağıtlar siyaset tarihi anlamında da en duru taşıyıcılardır. Dönemde ne olmuş nasıl olmuş, yazıldığı dönemde yaşanan olayın tarafları ne demiş, halk bunu nasıl görmüş, kim haklı,kim haksız, ne kadar insan ölmüş, kimler ölmüş? Yani dönemin her hangi bir gazetesinde okuyacağınız haber fazlasıyla manipüle edilmiş, politik bir taraf olarak yazılmış bir haberdir. Ondan çok daha değerli haberleri herhangi bir ağıttan öğrenebilirsiniz.
İşte bizim bu çalışmamız çıktığında, sağlam veriler de sunmuş olacak. Son yüz yıllık siyaset tarihini yazı perspektifinden, devlet elinden çıkmış kaynaklar ya da dönemin gazetelerinden takip edebiliriz; bu bir açıdır. Ama aynı zamanda bu sürece muhatap olmuş halk kendi kriterleriyle bir veri bırakmış; ağıtlar da bir tanıklığı söyler. Biz de aynı sürece bir kez de bu perspektiften bakalım diyoruz.
- Alevilik gibi inançların ve geleneklerin yazılı olarak aktarılması yerine sözle aktarılması bir zorunluluk mudur yoksa bir tercih mi?
Sözlü gelenek ve sözlü hafıza aslında bir tercihtir. Genelde Alevilik gibi sözlü gelenekle aktarılmış inanç öğretileri, mesela Ezidilik aynı kaderi paylaşmıştır ya da Zazaca gibi Kürtçe gibi sözlü gelenekle aktarılmış diller hep yazının hafızasına göre değerlendirilmiştir. Söz hep ihmal edilmiş. Aleviliğin sözlü gelenekle devam etmesi bir tercihtir. Hakkın hakikatin yazılamayacağı, ancak sözü edilebileceği, hakkın, hakikatin şu anda ve şu görüntüsüyle sabitlenemeyeceği fikri temelinde bir tercihtir.
İsa’dan önce 450’de yaşamış ve bütün batı felsefesinin ilk çıkış filozofu olarak görülen Sokrates neden yazmamışsa Aleviler o sebepten yazmamıştır. Sokrates, sokak sokak gezip öğrencilerine neden dervişlik yaparak öğretmiş ve bir kurum kurmamışsa, Alevi de o sebepten dolayı bir cami, kilise kurmamıştır. Alevi geleneği içerisinde aslında ibadethane denilen bir yer yoktur. Herkesin evi en kutsal ve en makbul ibadethanedir. Bu da bir tercihtir,bir mahrumiyet değil.
Herkes sanıyor ki dağlara kaçmışlar, şehirli olamamışlar o yüzden de bir ibadethane fikri geliştirmemişler. Bu doğru değil. Alevi öğretisine göre herkesin evi kutsal ibadethanedir. İnsan elinden çıkmış herhangi bir yapı Allah’ın evi olamaz. Allah’ın evi bu alemdir. Bu alemin en güzel yerleri neresi ise oralar kutsaldır. Dağ dorukları, ırmak kaynakları kutsaldır, ziyaretgahtır, ibadethanedir. Bu yüzden de dokunulmazdır, yani oraya bir bina kurmak ancak en mütevazi haliyle belki kabul edilebilir. Bir şey yapmamak esastır.
- Anlattıklarınızı sadece bir müzik albümüne sığdırmak neredeyse imkansız gibi. Bir kültür merkezi ya da enstitü kurmak gibi hedefiniz var mı?
Asıl hedefimiz bir kültür köyü kurmaktı. Oluşturmaya çalıştığımız sözlü kültür kütüphanesinin de merkez olarak yerleşeceği bir kültür köyü kurmak istiyorduk, hem de kendi köyümüz Pülümür tarafında. Buna ilişkin girişimlerimiz de oldu barış döneminde.
Türkiye’ye 2014’te ilk geldiğimde ortam daha güzeldi, bir barış vardı. Kültür köyü kurma fikri zaten vardı da barış sürecinde bunun realize olabileceğine ikna olduk. Gittik Matematik Köyü’nü gördük, olabilirliğini gördük. O da ikna edici oldu; Matematik Köyü Şirince’de yürüyor, biz neden Pülümür’de böyle bir şey yapmayalım diye. Dersim kültürünü, inanç ibadet ritüellerini esas alan bir kültür köy neden olmasın. Bununla ilgili çok ciddi girişimlerimiz oldu, köylülerle görüştük, köy bulduk, yerleşebileceğimiz evler bulduk.
Köylüler de dahil oldular hep birlikte düşünülen bir işti. Çok heyecan yarattı çevremizde. Ama işte savaş çıktı, bir günde iki kurşun sıkıldı bütün ortam değişti. Yoksa bugünden yarına hayata geçirilmesi gereken, geçirebileceğimiz bir iştir. En büyük hedefimiz bir kültür köyü kurmaktır.
Emre ÜNSALLI