Evimizin en güzel bayramı Gağant’tı, babamın öldüğü 1986 yılana kadar hep kutladık. Küçük kardeşlerime soruyorum siz kutladınız mı diye, “Anne anlatırdı ama hiç yapmadık” derler.
Demek ki, babam öldükten sonra gelenek bizim evde fiilen son bulmuş. Tabii biz büyük kardeşler, okul iş nedeniyle büyük şehirlere gittik. Aslında öylesine tuhaf bir durum yaşanıyor ki, Anadolu’nun pek çok yerinde farklı isimlerle kutlanan bu bayram son yıllarda yeniden canlandı. Geçenler de eski Anadolu bayramlarına dair bir belgesel çekmek isteyen Ahmet Tok kitaplarımda geçen bu isimlerden dolayı beni aradı.
Ahmet genç bir adam, Karadeniz’in üst dağ köylerinde yakın zamana kadar kutlanan bu geleneğin Dersim’de de kutlanmasına şaşırmış ve küçük topluluklarda hala süren bu geleneğin peşine düşmüş. Her toplulukta bu geleneğin nasıl kutlandığına dair devasa bir proje yapmış, kaynaklar bulmuş. Ta Yunanistan, Gürcistan ayağına kadar gitmiş. Anadolu’nun eski halklarının en büyük geleneklerinden biri bana sorarsanız Gağant’tır. Tabii bu geleneği batı dünyası, uyarlayarak Hıristiyan geleneklerine de dahil etmiştir.
Tarihi üç ileri, iki geri alarak İsa’nın doğum gününe filan getirmişler, ancak biz onu tamamen başka bir nedenle kutlardık. Köyümüz çok büyük değildi, haliyle amansız bir kış olurdu. Derenin karşı tarafına dahi geçemezdik. Biz de Gağant geldiğinde küçük kız kardeşimle her seferinde büyük amcamın kapısının yolunu tutardık, çünkü onun çok güzel bir elma bahçesi vardı ve bütün yaz bu elmaları yarar kuruturdu, bir güzel de kokarlardı ki, tek bir elma çalmak için bütün tehlikeyi göze alabilirdik!Ehh yazın bize verilmeyen bu elmaların kakları kışın bin kez kıymetlenirdi. Beklerdik Gağant gelsin diye… gelse ne olur, verir miydi sanırsıKüçük kız kardeşim Altun’la o elma kaklarını Nacke dediğimiz büyük amcamızın eşinden almak için karakışta kapısına dayanırdık.
Laf aramızda benim kız kardeşim biraz arasızdı, amansız da bir muzipliği vardı, “tak, tak!” kapıya vurur, “Nacke Gağano!” derdi. Bütün çocukları büyük şehirlere gitmiş, okumuş, avukat, mühendis olmuş bu yengemiz ve amcamız evin altında yapayalnızdı. Amcam Doğan, deyip geçmeyin derebeyi otoritesi denen şeyi ben onda gördüm. Biz çocuklarla konuşmazdı, her insanla muhabbet etmezdi, ama cemaatlerde derinlerden gelen bir sesle insanı hayrete düşüren bir tecrübeyi dillendirirdi. Çocuk dediğiniz nedir; fırsat kollar, otorite yıkar. Gelenek ve kültürün timsaliysen ‘muziplik’ ne çok para eder varın siz düşünün? Ancak biz hiç bir Gağant günü bu büyük amcamızın evinin kapısında ‘memnun’ dönmedik. Her seferinde kapıya dayanır, ‘tak, tak, tak!” diye kapıya vurur; bezlere, leçek örtülere sarılı bu yaşlı kadının, bütün yaz boyunca ağzımızın suları akarak baka kaldığı elma kaklarından vermesini beklerdik. Verirdi de! Bizi kapıda bekletir, misafir odasına göre daha karanlık olan katık ambarına girer, sandıkları karıştırır, ceviz torbasına elini daldırır çıkarır, bize neden ne kadar vereceğini hesaplardı.
Daha doğrusu biz öyle tasavvur ederdik, kapıda beklediğimiz halde, her seferinde ben onu o karanlık evin içinde neler yaptığını görür gibi olurdum.Mesela ceviz torbasına elini sokuyordu, avucuna beş mi geliyordu, ikisini geri bırakıyordu, bir daha daldırıyordu, gene bırakıyordu. Kuru üzümler, ohh işte en sevdiğim şeyler, ama vermezdi. Dut heybesine giderdi eli, kurutulmuş elma kaklarına, oradan çıkar armut kurularına giderdi eli. Kız kardeşim sabırsızlanırdı.“Nacke soğuk!” “Geldim, geldim.” Hayal kırıklığı yaşardık elbet. Kuru armut kakları ve bir kaç cevizdi o soğuğun karşılığı! Gene de sevinçle kazağımızın eteğini açar, oraya düşen şeylerin içinde bizi delirten o elma kurularının çıkmasını beklerdik.Varsa ne mutlu bize.Ama o her zaman aynı şeyi söylerdi, “kalmamış, gelen aldı giden aldı. Böyle bir avuç var onu da Hayrime sakladım,” derdi. “Hızır’da geliyor Hayrim, size şeker getirir.”Hayda, ‘Nacke biz, elma kaklarından istiyoruz, elma!” diyemezdik. Bu hayal kırıklığı içinde büyük amcam üstü başı saman ve ota bulanmış halde çıkar gelirdi. Bir kaç keçisi ve ineklerine ot vermiştir. Bu amcamın sesini dahi hatırlarım, “Eyko, bu çocukları niye bekletiyorsun?” der demez. Nacke telaştan savunmaya geçer. Bizi apar topar evimize yollardı.
Yok amcam Doğan ortalıkta yoksa, Biber amcamın evinin yolunu tutardık. İşte bir gün, yaptık yapacağımızı, Biber amcamın çocuklarını da yanımıza alarak, dört çocuk Nacke’nin kapısına dayandık.Kapıyı vurduk, Nacke gene öyle leçek örtülerine sarılı halde kapıyı açtı ve biz içeri daldık. Cacim kimlerinin serili olduğu, boydan boya üç pencere dibine uzanmış makat divanda ‘ağır’ misafirler gibi yerimizi aldık. Yaslandık kırlent yastıklara. Önemli misafirlerin yaptığı gibi ayak ayak üstüne attık. Hiç unutmam, amcamın kahverengi sandığı olan kocaman bir radyosu vardı, bir tarafı sarıydı, üstü etamin işlemeliydi. Radyo halk müziği çalıyordu. Dört çocuğuz, gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, bir duvarlara, bir bacanın üzerindeki Şah Maran’a bakıyoruz. Hele makatın arkasına boydan boya konmuş işlemeli yastıklara diyecek yok. Hepsi bir başka güzel. Nakışlı. Ceylanlar ön ve art ayaklarını yay gibi açmış uçuyorlar, araya renkli gözler, dil vermiş kılıçlar, yılanlar vardı. Bizim böyle haydut gibi güzelim misafir odasına dalmamıza Nacke, şaşırdıysa da kovamadı. Ehh ne de olsa Gağant. Normalde usul kapıdan alıp dönmek, ama evin içine misafiriz! Nacke’den korktuğumuz da yok, ama büyük amcam Doğan gelirse, işte o zaman halimiz yaman. Mehmet’e soruyorum,“gördüm” dedi, “lekanları ayağındaydı yaprak getirmeye gitti.” İyi.
Oturduk. Nacke, gene katık odasına gitti ve bir tasın içinde, cevizler, armut, elma, dut, üzüm kuruları getirdi. Tasına elini daldırdı her birimize üç ceviz, dut, elma, üzüm kurusu verdi. Eylemimiz bitti derken, amcam Doğan bir kar yığınıyla küt diye içeri girdi. Süpürgeyi aldı üstündeki karları silkeledi. Başını kaldırdı, makata dizilmiş biz çocuklarla yüz yüze geldi. Kalkıp kaçmaya yeltensek, kapıda yüzü gözü kar içinde Doğan amcamız duruyor. Küçük avuçlarımızdaki ceviz, elma kuruları elbiselerimizin altına gizlendi, üst üste attığımız ayaklarımız indi. Yüzü bir gerildi, ‘bu iblisler benim otoritemle dalga mı geçmeye gelmişler’ diye bir fikir sanki aklına geldi gitti, ama aynı anda da yüzü aydınlandı, gülerken hiç görmediğim bu adam neredeyse kahkahalar ata ata gülecekti. Karısı durumu açıklamaya çalıştı, “Gağant çocuklar çıralığa gelmiş,” dedi.Ve olmayan bir şey oldu, “çay koy misafire!” diye gürledi amcam.Ve biz olduk misafir! Gağant misafiri…Bu şaka mı diye, düşünüyoruz. Gözlerimiz onun üzerinde, bir ara kapıda durmuş, elinde süpürgesi karlarını silkeleyen amcamın bacakları arasından kaçsam mı diye düşünmedim değil. Neyse, karlarını silkeledi, çiçekli süpürgeyi yerine astı. Gelip kürsüsünü aldı Şah Maran’ın asılı olduğu baca duvarının yanına oturdu. Tütün lülesini çıkardı, nasırlı elleriyle lüleye sarı tütünleri doldurdu. Bütün hareketlerini bir bir izledim, baş parmağının tırnağı ile tütünü lüleye bastırmasını, tırnağındaki yeşil nasırı dahi pür dikkat izledik…Sahiden de çay geldi, çökelek, yağ. Şeker dahi var! Amcam bizi oturttu sofranın etrafına.
Ekmekleri kendisi ısıttı, her ekmeği köze serdi, parça parça biz çocuklara, yeğenlerine verdi. “Sizin Fatık’ınız nerede, koçekiniz yok mu!” dedi. Fatık dediği yüzünü siyaha boyayan gelindi, koçekin elinde süpürgesi olurdu ve diğerinin omzunda bir heybe! Oysa bizde hiç biri yoktu. Bu amcam geleneklerine çok bağlıydı, bizi ağırlarken aslında binlerce yıldır süre giden bir geleneği ağırlıyordu, onunla vedalaşıyordu…. Bize Gağant’ı sordu, evin sahibini…Gağant’ın esas kutlaması akşam başlardı. Şiir dediğimiz yemeği yapardık. İçine işaretlenmiş kibrit çöpü büyüklüğünde üç çubuk koyardık.
Birinci çubuk, evin sahibiydi. Kral odur, o kadar önemlidir ki. Bulmak için bütün yemeği yiyebilirdim, ama iki üç lokma sonrası bu ağır yemeği ne yaparsam yapayım yiyemezdim. Bu işaretli çubuk size çıkmışsa, akşam biz diğer ev ahalisi tek tepsiden kuru ceviz, elma, dut yerken, Kral ayrı tabaktan yerdi ve o akşamın masalını o isterdi.
İkinci işaretli çubuk, toprağın sahibinindi. O çubuk kime çıkmışsa, eline baltayı alır o yıl tutmayan ağacın dibine giderdi. Bana bir kez bu çıktı. Babam elime bir bıçak verdi, karda önüme girdi ve beni erik ağacımızın dibine götürdü. Kötü bir konuşmaydı! (Bir gün anlatırım bu ağaçla muhabbetimi) ancak Memet abime çıkınca durum değişti, işte o sahiden de bir öyküdür. Hiç unutmam eline baltayı altı ve öfkeyle bir kaç yıldır tutmayan erik ağacımızın yolunu tuttu. Baltayı kaldırdı, bizim dilde, “bu yıl tuttun tuttun, tutmadın seni kesiyorum” kalkan balta takk! diye ağacın köküne indi, erik ağacı köküne inen darbe ile titredi, üstündeki karlar bu ağabeyimin üzerine döküldü. Ama o aldırmadı, aynı hırsla ikinci kez kaldırdı baltayı ve o an anladım ki ağzı ağaca dönük kalkan balta, havada ters dönerek erik ağacının köküne iniyordu. Üç kez tekrarlandı bu hareket.
Üçüncü çubuk, mal davarın sahibiydi, keçi, koyun ve ineklerimiz için o gün buğday kaynatırdık ve kendisine bu çubuk çıkan kişi ahıra bu buğdayı serper ve tuzla karıştırılmış buğdayı hayvanlara verirdi. Keçi ve koyunlarımız iki kuzularsa, bu sembol kendisine çıkmış kişinin ayağının mal davara iyi geldiğine yorulurdu. Eskiden köyümüzde yaşayan Ermeniler Gağant ayında, iki derenin birleştiği yerde haçlarını suya atarlarmıştı. Köyümüze Haçeli denmesinin nedeni de o Orta Dağ köylerinin Haç törenlerini bizim köyde yapmalarından geldiği söylenir.
Rize Hemşin’de Gağant
Bugün hala Rize Çamlıhemşin’de gene Gağant ismiyle kutlanan bu gelenekte aynı şekilde kutlanmaktadır. Bizler buğday haşlıyorduk, Hemşinliler ise mısır haşlarlarmış ve bu haç için şunu söylerler: “Gavure Ğhaçe dzove tsagu 12 (dasvergus) zar hedef hanagu” yani Türkçesi, “Gavur haçı denize atıyor ve 12 gün sonra çıkarıyordur.”
3Ağani ya da Kalender
Karadeniz’in pek çok üst dağ köylerinde bu geleneğe 3Ağani bayramı da diyorlar. Karadenizli Heredot diye de bilinen, yazar İlyas Karagöz, Karadeniz halklarının geleneklerini yazarken, yörede bu geleneğe Kalendar bayramı dendiğini belirtir. Çocuklardan biri aynen Dersim’de olduğu gibi yüzünü siyaha boyarmış, boyunlarına heybe asarlarmış ve kapıları gezerek kurutulmuş meyveler toplarlarmış. En güzel meyveyi veren kadınların kocalarını sevdiklerine inanırlarmış. Bizdeki gibi akşam bütün aile bu ortak yemeği yerler mi yazmamış. Muhtemelen geleneğin ev içi hali de vardır.
Karakoncoloz ya da Momayen
Trabzon yöresinde ismi Kalanderdir. Karakoncoloz ya da Momayer oyunları Rumca yerine farklı bir terminolojiyle oynanırmış. . Oyunun en önemli özelliği, çocuklardan birinin Kara-koncolas kılığına girmesidir. Yani yüzünü boyar.
Ermenilerde Gağant
İstanbul Ermenilerinde, Dersim’deki gibi ismi Gağant’tır ve yeni yıl kutlamasıdır. Gelenek tamamen Hristiyan Ortodoks ritüelleri içinde kutlanır, ancak buna rağmen akşam kuru yemişler yeme, yüzünü boyama ve aşure tatlısı yapma geleneği var. Daha şehirli bir kutlama karşımıza çıkıyor. Akdeniz yöresi Abdallarında, daha iç tarafa düşen Çorum, Aksaray yörelerinde de bu geleneğin 1900’lü yılların başına kadar sürdüğünü tarihten okuyoruz. Çorum’da da ismi Gağant mış, ancak Abdallar kalandere kal derlermiş. Eski takvim manasına geliyor. Dersim’in gelenekleri eski Anadolu halklarının geleneklerinin aynısıdır. İslamiyet’in ulaşamadığı yüksek Karadeniz, Dersim, Sivas ve Toros Dağlarında bu gelenekler yakın zamana kadar sürmüş.
Dersim’in geleneksel bayramları
Birinci bayram:
15 Kasım Aşure bayramdır (şia üzerinden bu 12 İmam olmuş ve döngüye tabi tutulmuş ya) Aşure manası Ra Kabilesidir. Bundan 5 bin yıl önce Uruk şehrinde en büyük bayram Aşure kutlamalarıdır. İslamiyet ve Yahudilik o zamanlar daha yok ve güzelde bir hikayesi vardır Ra Kabilesinde bu geleneğin.
İkici bayram: Gağant’tır. Yeni yıl demektir, Dersimliler bilmediği her kelimeyi Ermenice diye düşünürler. Büyük dil bir dil bilimci olan Şevan Nişanyan da kelimenin esas kökenini belirtmese de Ermenice demiş, ancak kelime üst Akadça dilinde karşımıza çıkıyor, yani Sümerce’den sonraki dil. Dersim’de 822 köy isminden bazısının Akad dilinde olması da tuhaftır. Bildiğimiz öküzün ensesi demek Gağant. Hemşinlilerin alt-üst oluş biçiminde bu kelimeyi kullanması, eski inanışta dünyanın öküzün boynuzunun üzerinde olmasına bağlanabilir mi bilmiyorum, ancak Ga hala Dersim’de bildiğimiz öküz demektir. Öküz dönünce dünya 21 Aralık’ta karanlıktan aydınlığa geçiyor, o eski inanışa göre.
Üçüncü bayram:
Hızır’dır. Dersimliler Hızır’da üç gün oruç tutarlar ve bu orucu geç açarlar, neden olarak da: ‘Xızır kuto herey” derler. Yani Hızır gecikmiştir. Soru şudur, Hızır nereye gitmiş de gecikmiştir? Sahiden de gitmiş ve bir zebani onu alıp zindana atmıştır… çok güzel bir hikayesi var. Gelip yeniden yetiştiğinde batıdaki sevgililer gününün ta kendisi olur. Batıdaki sevgililer gününün kökenin Zeus ve Hera’nın evlilik yıl dönümü olduğunu daha önce bir makalemde anlatmıştım.
Dördüncü bayram:
Dersimlilerin Bahar bayramı olan Houtomal/Heftemal’dir. Hızır’ın yardımına yedi tane fakir gelir. Bunun için önce neden Hızır’ın şehre gittiğini ve zindana anlatıldığını anlatmak gerekir. Hızır da fakirdir pars toplarken yolu bir şehre düşer. Der bu yabancı diyarda nerde geceleyeyim, şehrin dışında penceresinde cılız bir mum yanan bir kulübe görür. Der orası fakir bir eve benziyor, gideyim beni bu gece misafir eder. Ve gider, orası Pirke’nin (yaşlı kadın) evidir, uyur sabah kalkar bu şehirde bir gürültü gelmektedir, o şehrin padişahı ölmüş yerine yeni sultan seçmekteler…. Hızır’ı zindana götüren ve gecikmesine neden olan padişahı seçen kuştur. Ama Hızır’ı hapsetmek mümkün mü? (başka zaman anlatayım bu meseli) İşte Hızır yola düştüğünde kendi milleti arasına döner, ama kışı bahara çıkaracak takati kalmaz ve o esnada yedi fukara gelir kışı sırtlar bahara çıkarır. Bir ara verirler küçük houtomal, ikinci ara karaçarşamba (neumart) üçüncü arada büyük houtomal olur ve yedi gün bu fakirler için yemek yapılır.
Beşinci bayram:
Pirke’dir. Pirke son kardır. Altıncı Bayram: Beri’dir. Thüye kuşunun hikayesidir.
Mayıs ayı ile 15 Kasım’a kadar hiç bir bayram yoktur, çalışma zamanıdır. Bu gelenek ve görenekler Dersim’de hangi dili konuşursanız konuşun kutlanmaktadır . Bu yıl İsviçre’de de Gağant bayramının ilki yapılacak. Doğrusu, şiir var mı, içinde üç sembol var mı bilmiyorum. Yarın gidip göreceğim. Umarım her masada bir şiir tepsisi ve her masada kendisine şans çubuğu çıkana bir hediye veriliyordur.Hani bir de, bu gelenekleri, Lazlar, Hemşinliler, Ermeniler ve Dersimliler beraber kutlasa ne kadar güzel olur. Muhtemelen Süryani ve Ezidilerde de vardır bu gelenek.
Artık bir rüya görelim
Artık bir rüya görelim derim, Türkiye’deki azınlıklar nasıl ki Müslümanların bayramlarını biliyor ve kutluyorsa, Müslümanlar da bin yıldır Anadolu’da hüküm süren İslam kültürünün görmezden geldiği gelenekleri görme zamanı gelmiştir. En azından ilericiler, devrimciler, doğal kültürlerin yaşaması gerektiğini düşünenlerin moral desteği gerekir.
Bu Cem Evi ve Cami hikayesini de anlaşılır.
Aleviler Türkiye’nin diğer azınlıklarını yalnız bırakmamalı, devlet cami Cem Evi diyorsa, onlar Cem Evi, Sinegog, Kilise demeliydiler, demediler.
Haydar Karataş
Zürich