Dersimli Gregoryan Ailesi’nin anıları, ‘Gökyüzünü Kaybeden Kartal’ adıyla İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, 1895 Katliamları ve 1915 Ermeni Soykırımı’nda pek çok ferdini kurban veren Gregoryan Ailesi’nin, 1938 Dersim Katliamı’nda ve sonrasında yaşadıklarını konu ediyor.

Murat Kahraman tarafından hazırlanan kitabın ana iskeletini, Sarkis Gregoryan’ın 1938’de kaleme aldığı anıları oluşturuyor. Kitapta, ayrıca Sarkis Gregoryan’ın kardeşi Kevork Gregoryan’la yapılmış geniş bir söyleşi de yer alıyor. Bunun dışında, ailenin Sarkis ve Kevork kardeşlerin en küçük kız kardeşi Çuhar’ın çocukları Şükrü ve Murat Er ile yapılan söyleşiler ve Dersim Hozat’taki Zımek Köyü’nde halen yaşayan Hüseyin Ayrılmaz, Cafer Erol ve Kazım Emir’in anlatımları yer alıyor. ‘Gökyüzünü Kaybeden Kartal’ın son bölümünde ise, Dersim Ermenileri üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Hovsep Hayreni’nin ‘Çifte Damgalı Bir Kimliğin Yaşam Mücadelesi’ başlıklı çalışması yer alıyor. Hayreni’nin çalışması, Antik Çağ’dan günümüze Dersim Ermenilerinin tarihini ele alıyor. 

Sarkis Gregoryan’ın anılarında, 1938’de yaşanan Dersim Katliamı’nın ardından ailenin sağ kalan fertlerinin sürgün edindikleri Uşak, Manisa gibi şehirlerde yaşadıkları dramı ve hayatlarına nasıl devam ettikleri yer alıyor. Sarkis Amca’nın halen hayatta olan ve Almanya’da yaşayan kardeşi Kevork Gregoryan ise, kendisiyle yapılan söyleşide, ailesinin ve Dersimli Ermenilerin yaşadıklarını tarihsel bir çerçeve içine yerleştirerek anlamlandırıyor.

Son olarak, kitabın telif haklarının, Zeynel Demir’in kurucu genel başkanlığını yaptığı Royal Vakfı’na bağışlandığını belirtelim. Royal Vakfı, Dersim’le ilgili akademik ve kültürel çalışmaları desteklemek ve Dersimli yoksul öğrencilere karşılıksız burs vermek gibi amaçlarla kurulmuş.     

Sarkis Gregoryan’ın anılarından

‘Onlardan bir kötülük beklemiyorduk’ 

Ben eski Dersim’in yeni adıyla Tunceli’nin Hozat kazasının Zımek köyünden, Keşiş ailesinden Beyros’un oğlu, Margirit’ten doğma, 1926 doğumlu Sarkis Yıldız.

Dedem Keşiş ailesinden Bico Yayam, Yukarı Venk’ten. Nenem Bağdasar kızı Anik. Annemin adı Margirit. Annem, Çemişgezek ilçesinin Peyik köyünden Hoca’nın kızı. Annemin kız kardeşinin adı Lusi, erkek kardeşinin adı Nişan. Nişan halen Rus Ermenistan’ındaki Erivan’da yaşamaktadır. Ve babamın ailesinden hayatta bize dört kardeşten başka kimse kalmamıştır. Seferle [1915 Ermeni Tehciri] birlikte babam ve yayamdan [babaanne] başka kimse kurtulmamıştır. Ve Yayam daha sonra tekrar evlenmiş ve benim gördüğüm bir kızı vardı; o da hem dilsiz hem de sağırdı ve bizimle 1962 yılına kadar yaşadı. Ve o tarihte vefat etti. Amcam daha önce Amerika’ya gitmiş ve orada on sene kalmıştır. Sonra Elazığ’a gelmiş ve Elazığ’ın yakınındaki Hulufenk’te [bugünkü Türkçe adıyla Şahinkaya Köyü] arazi almış ve dört çocuğu olmuş. Amcam ve dört çocuğunu seferle birlikte kırmışlar. Biz de altı kardeştik. Ablam Altun, ben Sarkis, benim küçügüm Zakar, onun küçüğü halen hayatta olan Kevork, onun küçüğü yine halen hayatta olan Çuhar, en küçüğümüz Mayram hayattadır. Kardeşim Kevork’un eşi öldü. Çocukların ismi Margirit Karen ve Karnik’tir.

Yıllardan 1938, yaz sabahıydı. Günlerden pazardı. O zaman bizim köyde davar nöbeti güdülürdü. O gün davar nöbeti bizim ailenindi. Büyükler başka işlere gitmişlerdi. Ablamla beraber köyün davarını topladık ve köyün merası olan Sivisik’te otlatmaya götürmüştük. Bir de etrafımızı askerler sarmış. Biz zaten askerlerden korkmuyorduk. Çünkü bir seneden fazlaydı ki onlarla beraberdik. Askerler bizim köyün üstündeki Beyaz Dağ’da çadır kurmuşlardı. Biz onlara her zaman ekmek, yumurta ve tereyağı götürür satardık. Bize bir şey yapmazlardı. Biz onlara, onlar da bize alışmışlardı. Onlardan bir kötülük beklemiyorduk. Hatta bir gün önce köyün ileri gelenleri dağa gitmiş oradaki alay komutanıyla konuşmuşlardı. Koyun kuzu kesmiş, hep beraber kebap yapıp yemişlerdi.

Aynı akşam alay komutanı köye geldi. Köylüye nasihatlarda bulundu. Ve “Korkmayın, kimseye bir şey yapmayacaklar,” diye köylüyü rahatlattı. Fakat sabahleyin köyün üstünden davar otlatırken, bir baktık ki, bir gürültü kopmaya başladı. Köyde ne kadar kadın, erkek ve çocuk varsa hepsini toplamış bize doğru getiriyorlardı. Biz iki kardeş de kendiliğinden gidip onlara karıştık. Yoldan kaçanlar oldu, fakat askerler kaçanların arkasından gitmediler.

O sırada anne ve babamızı aradık. Annemizi bulduk, annemin yanında ablam, benden küçük kardeşlerim Zakar, Kevork, Çuhar ve daha bir yaşında olan ve annemin kucağında olan Maryam vardı. Sonra etrafımıza baktık, babamın dilsiz kız kardeşini gördüm. Dilsiz halamın yanında da bizim yanımızda kalan, fakat başka bir köyden olan halamın oğlunu gördüm. Babamı sorduk, “Kaçtı,” dediler. Askerler bizleri toplu olarak köye 4-5 km uzaklıktaki dağa götürdüler.

Orada erkekleri ayırdılar. Erkeklerin bellerindeki kuşakları söktüler ve birbirine bağladılar. On beş yaşından küçük olan erkekleri ise kadınların yanına bıraktılar. İşte ben o zaman tam on iki yaşındaydım. Beni kadınların içinde bıraktılar. Erkekleri bizden 200 metre uzağa götürdüler. O zamanlar hükümet bizim köye bir hafiye [ihbarcı] tayin etmişti.

O hafiye de yanımızdaydı. Askerler hafiyeyi yanımızda bir taşın üstüne çıkardılar, gözümüzün önünde vurdular. Tabii o zaman herkes sevindi. “Artık kimseye bir şey olmaz,” dediler.

Aradan beş dakika geçmeden erkeklerin götürüldüğü taraftan silah sesleri geldi. Zaten etrafımıza makineli tüfekler kurmuşlardı. Erkeklerin bulunduğu taraftan gelen silah seslerinden iki dakika sonra ateş etmeye başladılar. Kadınlar ve çocuklar paniğe kapılmış, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Kimisi kaçtı, yerlere kapandı, kimisi ise vuruldu. O esnada ablam kalkıp kaçtı. İki üç metre gitmeden vuruldu.

Ablamın ardından benim bir küçüğüm olan kardeşim Zakar kaçtı. Zakar da daha ablama kadar gitmeden vuruldu. Sonra yanımda yere yatmış, beş altı yaşında olan Kevork da kalktı ve kaçtı. Ben Kevork’u tutmak istedim, fakat tutamadım. Kevork da kaçtı ve arkadan ona ateş ediyorlardı. Benim görebildiğim kadarıyla vurulup düşmedi. Gözden kaybolana kadar kendisine baktım.

Sağ kalanları süngüleme yarım saat sürdü. Dört tarafımızda kurulan makineli tüfeklerle kadın topluluğuna durmadan ateş ediyorlardı. Ateş etme süresi aşağı yukarı yarım saat sürdü. Silah sesleri kesildikten sonra sağ kalanları süngülemeye başladılar. Ben vurulanların altında kalmıştım. Bana hiç kurşun isabet etmemişti. Askerler bizi süngüledikleri zaman ölü numarası yaptım ve ölü vaziyette yattım. Sağ kalanları süngüleme yarım saat sürdü.

Sonra yavaş yavaş gözlerimi açtım. “Demek ki çekilmişlerdir,” diye yavaş yavaş kalktım. Yanımda yatan anama baktım, vurulmuştu. Ablam ve kardeşim Zakar’a baktım, onlar da vurulmuştu. Hepsi cansız yerde yatıyorlardı. Dilsiz halama baktım, o halen sağdı. O da benim gibi önce anneme sonra da ölen ablama ve kardeşim Zakar’a baktı. O anda üç yaşında olan kardeşim Çuhar’ı ve bir yaşında olan kızkardeşim Maryam’ı unutmuştum. Halam onları buldu.  Kardeşlerimden birini sırtına, birini de koltuğunun altına aldığı gibi bana bakmadan köye doğru yürüdü.

(...)

 

Soldan sağa: Kâzım Emir, Şükrü Er, Cafer ErolSoldan sağa: Kâzım Emir, Şükrü Er, Cafer Erol

 

‘Bunlar da bizim gibi insan. Bunların kuyrukları yok!’

Beş gün sonra bir istasyonda vagonların kapısını açtılar. Bir de baktık ki, etrafımız insanlarla dolu. Herhalde daha önce haberleri olmuş olacak ki, kalabalık çoktu ve bize bakıyorlardı. “Kimse eşyasını almasın,” diyerek bizi vagonlardan indirdiler. İnsanlar eşyalarını alamadılar. Bizi tek sıraya dizdiler. Herkese beyaz gömlek giydirdiler. İki üç jandarma önümüze düştü. Bizi iki sıra halinde yürüttüler. Geldiğimiz yer Uşak’tı. Uşak’ın bütün ahalisi bizi görmeye gelmişti. Geçtiğimiz yolun iki tarafı insanlarla doluydu. Kendi aralarında bize bakarak konuşup gülüyorlardı.

Tabii biz Türkçe dilini bilmiyorduk. Ama içimizde bu dili bilenler vardı. Onların söylediğine göre, Uşak ahalisi bizi vahşi zannetmiş. “Bunlar da bizim gibi insan. Bunların kuyrukları yok!” diyorlarmış. Biz, Türkçeyi bilenlere “Onlara söyleyin, buraya niye gelmişler?” diye merak ettik. İçimizdekilerin ahaliye sorduğu soru karşılığında aldığı cevap şuydu: “Biz Kürtleri kuyruklu zannediyorduk. Sizin kuyruğunuz yokmuş!”

Kevork Gregoryan’la yapılan söyleşiden 

‘Orada çıkan otlar bile bizim kanımızla çıkıyor’

Zımek’te kilise yapmak diye bir planın varmış sanıyoruz. Ne zaman yapacaksın?

Kilise artık geçti. Hiçbir şey olmaz. Çünkü oradaki halk bile kilise taraftarı değil.

Halk onu hoşgörüyle karşılar. Merak etme.

Yo yo yo! Öyle inanmayacaksın. Vallahi değil. Oranın halkında o his olsaydı, hazır olan kiliseyi yıkmazdı. Taç Mahal’i biliyor musunuz. Hindistan’da bir camidir. Dünyanın en meşhur yapısıdır. Onu Hintli bir Müslüman kendi karısı için yapmış. Her taşı çok kıymetlidir. Ben bir Hıristiyanım. Taç Mahal taşı da olsa getirip yapıma koymam. Oranın köylüleri, kilise taşlarını getirip evini yapıyorlar. Bir de kilise mi yapacak orada. Bunlara inamayın, kanmayın böyle şeylere.

Kafanızda olan bir idealiniz yok mu?

Var tabii. Ama olmayacak idealler. Olmaz ki! İdealim, ümitsiz bir ideal. Ben isterdim ki, orada bizim Barak dedığimiz dereye bir baraj yapayım. Onun önünü kapatıp göl yapayım. Orası bir cennet olur. Anlıyor musun? Köyün altında olur koca bir deniz. İdeallerim çok, ama dediğim gibi olmayacak ümitsiz idealleri ben pek şey yapmam. Bütün bunlara Türk hükümeti sebep oldu. Fakat oranın halkı da çok kabahatli.

Nasıl bir kabahat? Biraz anlatır mısınız?

Canım nasıl bir kabahat! Kültürsüzlük var. Geleceği düşünen bir ideoloji yok, oradaki halkta. O zamanki halkta tabii. Şimdiki gençleri bilmiyorum.

Sürgünde bulunduğunuz dönemde oraya alışabildiniz mi?

Alışabildiniz mi dediniz! Benim hâlâ içim Dersim’de. İnan böyle. Çok çok çocukluğum beş sene. Zaten çok hatırlamam onu. Ama iki seneyi unutmuyorum. Ben her zaman orada, Zımek’te hissediyorum kendimi. Yani bu Allah vergisi çünkü bizim bütün kanımız orada. Hatta benim de kanım damladı orada. Benim annem, babam, dedem bilmem nelerim oranın içerisinde. Orada çıkan otlar bile, bizim kanımızla çıkıyor. Sonra biz orada millet olarak gelmiş geçmiş insan değiliz. Anlıyor musunuz? Biz herhalde oradan çıkmışız.

Elinizde soyağacınızla ilgili bir kayıt var mı?

Hiçbir kayıt yok. Hiçbir şey yok. Yalnız bazı yerlere, mesela Dere Minasi diyorlardı. Minas’ın deresi yani. Minas’ın değirmeni. Veyahut da Kirkor’un bilmem nesi vardı o zamanlar.

Venk kilisesini biliyor musunuz? O nasıl yıkılmış?

Duyduğuma göre dinamitle patlatmışlar. Hozat’ta Bozahmetler denilen bir aile vardı. Bir Türk ailesiydi ama adam çok efendi birisiydi. O diyordu, dinamitle patlatmışlar. Hatta orada çok kıymetli bir kitap varmış. Eski yazıyla yazılı bir İncil. Değeri biçilmez bir kitapmış. Sözde kilisenin hazinesini aramışlar. Artık buldular mı, bilmiyorum. Ne bulmuşlarsa götürmüşler.