Yüzyıllar boyunca hastalıklar tarihe yön vermiştir.
Porfiri ve Hemofili gibi çeşitli “miras hastalıkları” kraliyet ailelerinin nüfuslarını korumalarını engellemiş ve politik liderlerin iktidarlarını kaybetmesine neden olmuştur. Buna en güzel örnek olarak Monarşi ile yönetilen İskoçya’da Kraliçe Mary’nin 1570 yılında ağır ataklar geçirdiği porfiri hastalığı verilebilir. İspanya dışında İngiliz ve Rus kraliyet aileleri, Almanya ve Birleşik Devletler de siyasal açıdan kalıtım hastalıklarından nasiplerini almışlardır. O dönemlerde genetik hastalıkların (doğuştan hatalı genlerin) tedavisi konusunda yeterli bilgi olmadığı için yıllar boyunca milyonlarca insanın yaşamı sona ermiştir.
Dünyaya şekil veren ve geleceğini yönlendiren hastalıklar çoğunlukla salgınlar ile hayatımıza girmiştir.
Yazımın konusu olan Kolera ve Kovid’e birazdan değineceğim ama bunlardan başka farklı bulaş yolları olan çiçek, veba, frengi sıtma ve AIDS’in de yaşamımızı önemli ölçüde şekillendirdiği, ekonomik ve sosyal olarak etkisi altına aldığı ve toplumlarda davranış biçimlerini değiştirdiğini belirtmem gerek.
Hastalıklar temelde bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan diye iki grupta incelense de her ikisi de ülkesel göçlerin şekillendirilmesinde ve savaşların sonuçlarında etkili oldukları görülmüştür. Hatta insanların o dönem, o hastalığa ve o hastaya bakış açısını da derinden etkilemiştir. Bu da ülkelerin sağlık politikalarını önemi ölçüde yönlendirmiştir. Halk sağlığı görüşü zamanla kurumsal bir yapı içinde ülkelerin politik gidişatlarını etkisi altına almıştır.
Hastalığın etkeni her ne olursa olsun salgın boyutuna gelmesi kontrol altına alınmadığı sürece etki düzeyini dramatik olarak arttırmaktadır. Yıllar içinde karşımıza çıkan salgınlarda bulaş yolları araştırılmış ve kimi zaman farklı görüşler ortaya atılmıştır.
Havadan mı sudan mı?
Kolera hastalığı tarih şeridinde Japonya (1817) ve Rusya-Moskova(1826)’da görülen şiddetli kramp ve ishal ile başlayan ve ağrılı fetüs görünümünde ölümle sonuçlanan ve bir bakterinin neden olduğu hastalıktır. Paris’te ve Londra’da kolera salgınları devam etmiş, İngiltere’den göçmenler ile Kanada’ya kadar yayılmış nihayetinde 1892 yılında Hamburg’da salgın yapmıştır. Kendi coğrafyamıza baktığımızda Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1912-1913 yılları arasında olan Balkan Savaşları sırasında ordumuzu ve bölgelerde yaşayan halkı etkileyen büyük kolera salgını ile karşılaşmaktayız.
Şimdi kolera hastalığına o dönemlerdeki ilk yaklaşımlara göz atalım.
Daha önce bahsettiğim gibi salgın hastalıklarda ilk ve doğru olarak tespit edilmesi gereken hastalığın hangi yolla bulaştığıdır. Eğer bu doğru olarak bilinirse salgınların kontrol altına alınması çok daha kolaylaşır. Koleranın 1950’lerden önce hava ile taşındığı ve bunu soluyan hastaların koleraya yakalandıkları söyleniyordu. Bilimde her zaman karşıt görüşler olmaktadır. O dönemlerde de Max Von Pettenkofer hastalığa bataklık kaynaklarının ve bu kaynaklar ile karışmış akarsu çevrelerindeki yaşam modelinin neden olduğunu ileri sürmüştür.
Bilim gözlemdir.
Pettenkofer 1854’de salgının yaşandığı Münich bölgesinde vakaların olduğu ve ölümlerin görüldüğü yerlerin haritasını çıkardı. Sonuç olarak suçlu bölgenin sığ bataklıklara yakın yerler olduğu sonucunu çıkarttı. Bu o dönem yapılan en önemli gözlem ve tespitti.
Evet bilim gözlemdir ama gözlemin yorumlanması bir o kadar hayatidir.
Pettenkofer gözlemlerinin sonucunda, havanın bataklıklarda kimyasal bir reaksiyon başlattığı sonrasında zehirli buharın oluştuğu ve hastalığın bu şekilde havadan solunum yolu ile bulaştığı teorisini geliştirdi.
Gerçekten de bu taraftan bakıldığında doğru bir görüş olarak kabul edilebilirdi ama bir başka bilim insanı John Snow bu bölgede birçok koleralı hastaya bakarken neden hastalanmadığını düşünmeye başladı. Ve bir başka gözlem ile salgının bulaş seyrini açıklamaya çalıştı. Snow’un gözleminde hastaların bağırsaklarındaki tutulumu dikkat çekmiş ve muhtemel bulaşın ağız-sindirim yolu ile olabileceği hipotezi doğmuştu.
1849’da bununla ilgili kitap bile yayınladı. -koleranın bulaşma şekli-
İki bilim insanı aynı konu üzerinde karşıt görüşlere sahip olduklarında yapmaları gereken en önemli olay deneyler ve veriler ile kanıtlara gitmektedir. Snow ölümlerin sadece bataklık çevresinde olmadığını Londra’daki Golden Square mahallesindeki bir tulumbanın çevresinde oturanlarda ve bu suyu içenlerde de olduğunu söyledi. Evet hastalık içme suyu ile bulaşıyordu. Ama suyun içinde ne vardı. İşte bu sorunun cevabını Alman bilim insanı Robert Koch çözdü. Etkenin bu sularda bulunan ve toksin oluşturan bir bakteri olduğunu söyledi… Bakterinin virgüle benzemesi ve hareketli olmasından dolayı ona “Vibrio Cholera” adı verildi.
Şimdi sıra karşıt görüşü yıkmak için bilimsel verileri sunmaya geldi.
Pettenkofer hala hastalığın bir bakteri tarafından olmadığını ve havadan bulaştığını savunuyordu. Koch izole ettiği bakteriyi kültürünü Pettenkofer’a göndererek etkenin bu olduğunu söyledi.
Bilim biraz da cahil cesaretidir.
Pettenkorf hastalığın havadan geçtiğine o kadar emindi ki öğrencileri önünde Koch’un gönderdiği bakteri dolu şişeyi içti. Ve ardından hastalanmadığını söylediği bir mektubu meslektaşı Koch’a gönderdi. Ama bir şeyi gizliyordu. Bakteriyi içtikten bir süre sonra ishal olmuştu ama ölmemişti. Bunun yanında birkaç yıl önce kolera atağı geçirmiş ve kurtulmuştu. Muhtemel olarak bağışıklık sistemi antikor geliştirmişti ve ikinci kolera bakteri enfeksiyonunu sadece ishal ile atlatmıştı.
Kolera macerasındaki sonuç hastalığın bakteri ile karışmış suyun ağız yolu ile alınması olarak tarihe geçti.
Salgınlar kahramanlarını da oluşturur.
O dönemine imzasını atan bir diğer sağlıkçı ise Hemşire Florence Nightingale’dir. Geceleri hastalarını lambası ile kontrol eden ve “lambalı kadın” olarak da anılan modern hemşireliğin kurucusu Nightingale… Kolera salgınının önlenmesinde hijyen ve izolasyonun gerekli olduğunu yaptığı istatistik çalışmalarla göstermiş, enfeksiyon kontrolü ve epidemiyoloji üzerine önemli bilgiler bırakmıştır.
Havadan mı sudan mı?
Gelelim gündem hastalığımıza… SARS CoV2 virüsünün neden olduğu KOVİD-19 hastalığına.
Geçmiş dönem ile kıyaslandığında hastalıkların etkenlerini ve bulaş yollarını bulmak o kadar da zor değil. Adını sanını duymadığımız hastalıkların etkenleri ileri teknoloji ile ortaya çıkartılıyor ve bulaşma yolları en ufak ayrıntısına kadar açıklanabiliyor. Ayrıca bu bulaşın engellenmesi için gerekli olan kitlesel davranış modelleri de ortaya çıkartılabiliyor.
İşte tam bu noktada insan aklı işin içine giriyor.
Virüsü bulaş yolu havadan ve solunum yolu ile ve/veya virüslü bir yere temas sonrasında elimizi ağzımıza götürerek virüsün üst mukozal siteme teması ile oluyor. Sonuç olarak virüs partikülünden korunmak için mesafe ve maske, ağız yolu ile bulaşı engellemek için hijyen kurallarına uymak gerekiyor. Bu tamamen aklın yolunun bir olduğu sonuç.
Artık virüsün bulaş yolu ve korunma bilindiğine göre işimizin çok kolay olması gerekmiyor mu?
Son bir haftada ortaya konan kısıtlamalar bile vaka sayımızı binli sayılarda düşürmeye yetti. Bu pandemi döneminin dinamik bir süreç olduğunu, hem bilim dünyasının hem de halkın her gün yeni bir bilgiye sahip olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu öğrenme sürecinde bize düşen gerekli önlemi almaktır. Aşı çalışmaları belirli bir noktaya ulaşmış olmakla birlikte yanında birçok soruyu da getirmektedir.
Canlı aşı mı? ölü aşı mı? Aşının koruyuculuğu ne kadar sürecek? Yan etkileri var mı? Kaç kere aşılanmamız gerekecek?... Bu soruları uzatmak mümkün.
Ama tekrarlamakta fayda var. Bu dinamik bir süreç ve biz bu süreçte virüsü öğrendik aşının etkisini de öğreneceğiz…