Bu aralar kiminle konuşsam maddi ve manevi kaynak yoksunluğu çektiğini söylüyor. Dertler büyüyor, cesaretin kanı çekiliyor. Acı üst üste gelince adı ıstırap oluyor. Sonra herkesi bir kaygı sarıyor. Parasızlık, iş kaybı, ağır aksak eğitim derken bizi neler bekliyor? İnsan bunca strese nasıl dayanır? Hadi beraberce bakalım.
İnsan, stres ve yaşamsal acılar karşısında hiç keşfetmediği birçok özelliğe sahiptir. Fakat çoğumuz üzüntüye dayanamayacağımızı düşünürüz. Yaşadıklarımızın üzerinde kontrolümüz olduğunu sandığımız için kendimizi kahreder, kendimizi yıpratırız. Oysa acılar kaçınılmazdır ve kaçınmanın kendisi acının kendisinden daha büyük acılara neden olur.
En fazla ne kadar üzülebilirsiniz, hiç bunu düşündünüz mü? Kaç saat ağlayabilirsiniz, kaç dakika nefesinizi tutabilirsiniz? Acının limitli bir şey olduğunu hatırlayalım. Böylece dayanma ve acıya alan açma hatta acının gösterdiği adresi göstermeyi deneyimleyebiliriz.
Mesela özlem veya kayıplarımız bize acı verirken şunu da söyler, sevdiklerin senin için değerli ve özlemeye değer bir hayat hikayen var. Ya hiç özlemeyen, aramayan, beklemeyen, istemeyen, ağlamayan biri olsaydınız, bu sizi nasıl biri yapardı? Daha mı mutlu daha mı duyarsız daha mı az hasta olurdunuz? Böyle olan insanlara verilen ilaçları, yapılan radikal tedavileri görseydiniz, sanırım hissedebildiğiniz için çok mutlu olurdunuz. Her şeyi hissetmek, her şeyi çok iyi hissetmek…
Acı insanı öldürmez belki büyütür, belki öylece eğer büker. Bükülmek de iyidir. Secde düzeyinde insanlıkla hizalanırsınız. Buradan bir acı sever olduğum çıkmasın. Diyeceğim o ki hayat hep iyi şeylerin olması gereken yer değildir. Hayata bize verdikleriyle, olabildiğince kabulle uyumlandığımız bir yerden bakmalı…
Psikolojik dayanıklılık ve esneklik, insanın acı veren deneyimlerle kalabilmesine yardım ediyor. Bizi öldüreceğini düşündüğümüz şeylerle ölmüyoruz, bu kesin bilgi. Ezip geçecek dediklerimiz karşısında hiç de zayıf değiliz. Çünkü insanı başına gelenler değil, başına gelenler hakkındaki düşünceleri dağıtıyor. Sen düşüncen değilsin! Sen başına gelenler değilsin!
Ya bu üzüntüyle hasta olursam, beni bu insanlar mahvetti… Bu cümleler tanıdık mı? Tanıdık! Anneler üzüldüklerinde ne söylerler bilirsiniz. Beni hasta ettiniz. ‘’Kanser, verem, deli ettiniz’’ Bunca cümlenin altındakini tutup yüzeye beraber çıkaralım. Cümlenin alt metni şu ki; ‘’ben üzüntü duygumun sorumluluğunu istemiyorum, bu beni çok zorluyor. Bunu benden alın. Benim mutluluğum veya mutsuzluğum size bağlı. Üzüntü kötü bir duygu ve bunu benden almazsanız bu beni hasta eder. Bundan da siz sorumlusunuz.’’ Çok basitçe yakınma dili…
Üzüntüden ölünmüyor. Ve üzülmek ortak insanlık hali, yani normal ve geçici. Çünkü insanım. Bu konuda felsefe Profesörü İonna Kuçuradi diyor ki, yeni çağın yaptığı, insanlardan robot, robotlardan insan yapmak. Hissedebilen robotlar yapıp, daha az hisseden insan olmayı hedefliyoruz. Ne kadar az hissedersek o kadar güçlü olacağımızı düşünüyoruz. Kimilerimiz de hep iyi hissetmeye talip. Üzüntü ve zayıflık arasında bir bağ yok. Her ikisi de hepimizin ne kadar insan olduğunu gösteren işaretçiler.
En önemli gücümüz de kendimize karşı şefkatli olabilme yatkınlığımızdır. Bir elimiz acıdığında diğer elimizle onun acısını dindirmeye uygun yaratıldık. Stres varsa onu yatıştıracak esneklik, kabul becerimiz de var. Güçlü veya güçsüz olmak normal olan. Sürekli dirençli ve etkilenmemiş görünmekten özgürleştiğimizde canımız daha az yanacak.