“Zaman, koca bir mahpushane”
* Buralarda insan bir cana hasret, uçsuz bucaksız zaman içerisinde bir başına…
Konu komşuya gidip dışlığını gidermedikten sonra neye yarar. Neyle eğlenirdin. Hep geceleri dinleyen yüreğin gümbürtüsü nasıl susardı. İnsan buralarda birinin dostluğuna sığınmaz mıydı hep. Yanan soba ateşinin sıcaklığında, kıtlama çayları yudumlayarak, birbirinin yaşam öykülerini didikleyerek zaman geçirmez mi!..
Duraklarda otobüslere yetişmeye çalışan, sabah işine, akşam evine dönme telaşıyla ömür törpüleyen gürültülü, kirli, bol ışıltılı yaşamlar yok burada. Sabah kalkınca fırlayacakları ne sokakları ne gidilecek bir işleri var; hane içindeki kıpırtılarıyla akşam ediliyor. Gerçi Anadolu’nun bütün köylerinde kışın yaşam aynı; uzakta, ıssız ve tanrıya daha yakın, başka türlüsü yok gibiydi... “Gecenin içindeki kar aydınlığı” Okumaktan yorulduğum bir sırada dışarı çıktım. Gecenin bir saatiydi. Hiçbir ışık, hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Açık, yıldızlı bir gökyüzünün altında dolunayın kara vurmuş sessiz bir aydınlığı vardı. Sanki tanımadığım, bilmediğim bir evrende tek başına bırakılmış gibi içime bir ürperti geldi. Gecenin içinde kar aydınlığından başka güzel olan bir şey yoktu... “Kapıların el kapısı olmadığı bir yer” Kızılay (Hızır’ın evi*) adını vermişlerdi komşumuz Maksut amcanın evine. Şimdi anlıyorum neden “Kızılay” denildiğini: Evleri yol kavşağında olduğundan yoldan, yabandan gelen insanların ilk çalabileceği kapı onların kapısıydı çünkü. Kapı, buralarda kurtulmaktı. Doymak ve ısınmaktı.
Yalnızlıktan kurtulup dost sıcaklığı görmekti. Kapıların el kapısı olmadığı bir yerdi burası...
Maksut amcanın o sıcak evi gecelerimizin penceresi gibiydi. Şapka, koyunyününden dokunmuş aba ve pantolon giyiyordu.
Hafif ve tatlı bir kamburu vardı. Ağzında kalan birkaç dişinin arasından çıkardığı sesle, Kırmancki-Zazaca ile karışık düzgün bir Türkçe kullanıyordu…
“Çakırdikenli bir vatan için” Anlattığı yaşam tecrübeleri, öyküleri tamamıyla Eskişehir’e dayanıyordu. Dersim 1938 sürgünleri olarak kendilerine Eskişehir’de toprak verilmişti. Askere bile orada gitmiş, af çıkınca o verimli toprakları bir kalemde silip baba ocağına dönmüşlerdi. Kendi toprakları bir onları değil, bütün bölge sürgünlerini geri çağırmıştı. Bülbül gibi illa vatanım demişler, dağ başındaki çakırdikenlerin içine geri gelmişlerdi...
“Kırmancki-Zaza dili ve İstanbul Türkçesi” Otobüsün aynasına küçük bir Hz. Ali resmi yapıştırılmıştı. Otobüsün teybinden yükselen bağlama sesi, konuşulan Zaza diline karışıyordu. Beni ilk şaşırtan durumlardan biri, eğitimsiz gibi görünen köylülerin bile Türkçe’yi İstanbul ağzı kadar güzel konuşmasıydı… Munzur Çayı’ndan ayrılmadan ilerliyorduk. Munzur, telaşla ters yöne akıp gidiyordu. Her yanı kar kaplamıştı. Hava sisli ve pusluydu. Yolun kenarındaki duvar gibi yükselen karlı dağlardan ve bizi karşılayan Munzur Çayı’ndan başka bir şey görünmüyordu...
“Vacuğe’de biriken karları zaman kirletmişti” İlçede otel, kahve, lokanta ve dükkanların yer aldığı üç sıra çarşı vardı. Çarşının dışında çok kısa üç, dört sokak vardı, o kadar. Damlardan atılan karlar, sokakları araç trafiğine kapatmıştı. Yayalar bile güçlükle yürüyebiliyordu.
Biriken karları zaman kirletmişti. Hiç böyle hayal etmemiştim evleri, sokakları; çalışacağım okulun bir kış masalından kaçıp çocuklarıyla böyle uzakta kalacağını… Akşam, Turistik Otel’in lokantasında su gibi içki içildi. Geceleyin kar aydınlığında çalınan sazlar, gündüzün sıkıntılarını unutturmaya çalışır gibiydi. Kahveler tepiş tepiş insan doluydu. Kahvelerin camları buğulu ve soğuktu… “Boş mezarlar” Bu mezarlar neden böyle boşaltılmış, açık bekliyor? “Burada ölen kimsesiz askerleri gömüyorlar. Sonra da bir yakını alıp gittiğinde mezarlar böyle boş kalıyor.” dedi Yaşar. Dedi ama böyle olmadığını, benim korkmamam için askerlere mal edilen bu mezarların dağdakilere ait olduğunu, başlangıçta sahiplenmeyen cenazelerin sonra gizlice sahipleri tarafından mezarından alınarak götürüldüklerini öğrenecektim…
“Başka bir gezegende” Sesimizi kar yumuşaklığında yutan vadilerin dibinden, dağların karlı, buzlu yamaçlarından hiç durmadan yürüdük. Hava bozdu. Hafiften ince bir kar atamaya başladı. Ayaklarımı artık hissetmiyordum. Donmuş, yorgun ayaklarımla, insanı çıldırtacak sonsuzluğa uzanan kar beyazlığında sanki kaybolmuştum. Bazen kendimi yanlışlıkla başka bir gezegene düşmüş gibi hissediyordum... Sarp dağlardan, yamaçlardan, derelerden geçtikten sonra, üç evli bir mezraya konuk olduk. Dışarıdaki kara alışmış gözlerim evin içini ve insanların yüzlerini bir zaman seçemedi. Yavaş yavaş konuşan karartılar, sıcak yüzlü insan yüzlerine dönüştü. Ev kalabalıktı. O uzun hoş beş faslı başladı…
“Karlar ülkesinin insanları” Bu köylerin bir eski, bir de yeni bir ismi vardı; “Dersim” gibi… Hangi eve varsak, dilimde bir başınalık, bir yatsıma, bir gurbetlik düşüyordu içime. Yavaş yavaş ömrüm kara düşen kan gibi dağılıp karlar ülkesinin insanına karışıyordu. Birçok anlamın dışında, yaşamlarının ta içindeydim. Göz önünde, mahrum bir muamma idim. Ve ta kalbimin içinde bir göz oluyorlardı; beni tanımak için sordukları sorularla, anlıyordum, bir cana ve yeni bir yüze nasıl hasret olduklarını… “Buralarda herkes birbirinin Hızır’ıdır” Doğa koşulları onları konuksever olmaya zorlamıştı. Karda, tipide tanımadığın bir evin kapısını çalmak zorundasın; yoksa donup ölebilirsin. Hiç yanından ayrılmadığım sobanın ateşiyle ilgilenen ev sahibine:
“Baharda kar kalkınca ne yapıyorsunuz?” diye sordum. “Baharda dağlarımızdan, ovamızdan ot fışkırır hocam. Bizim geçimimiz hayvancılıktır. Çökelek, yağ ve peynir satarız. Onun karşılığında unumuzu, çayımız ve şekerimizi alırız. Alırız ya, artık asker, her geçen gün un çuvalının hesabını soruyor bize…” “Kimsesiz, bahtı kara topraklar” “Hocam bu memlekette artık yaşamak gerçekten zorlaştı. Bizim bir kardeşimiz daha vardı. Birisi Kirvelere, kardeşim için ‘devlet ajanıdır’ ihbarında bulunmuş. Kirve dediğin, dağdakiler hocam. “Anladım; ne oldu sonra?” “Ne olacak; evini eleğini, hayvanlarını satıp Erzincan’a taşınma zorunda kaldı. Kalsa öldürürlerdi zaten… Birisi eğer seni kıskanıyorsa, seninle küçük de olsa bir sorunu varsa, sana zarar vermek istiyorsa, kurşun sıkmasına gerek yok; ya devlete şikâyet eder, ya da dağdakilere; ikisinden de kurtuluşun yok… “Dilleriyle çıplak ve yalnızdılar” Yaşam koşulları bu coğrafya insanına, güvenmeden kapısını, sofrasını başkalarına açmayı öğretmişti. Bir şair gibi dilleriyle çıplak ve yalnızdılar…
Ertesi gün kar, ara vermeden aykırı aykırı yağmaya devam ediyordu. Ev sahipleri, kaynak suya giden yolun karını küreliyor, evin kapısına tozarak kapatmaya çalışan karı arada bir süpürüyordu. Kar dursa, damdaki karı küreyip, ardından loğlayacaklardı. Kış boyunca işleri güçleri buydu. Tüten sigara oluyordu odalar, kaçırılan bakışların takıldığı buğulu camlar, üst üste dürülüp yığılmış yorgun yataklar duruyordu, yaşam denilen şeyin tam ortasında…
İlçeden yola çıkalı beşinci günümdü ve ben hala okuluma ulaşamamıştım…
Hala ayaklarımın bastığı soğuk ve ıslak gerçeği anlamak istemiyordum…
Ancak akşam olmadan derenin içindeki toprak damlı, tek sınıflı okulumu gördüm… “Anadolu’nun yoksul çocukları” Öğrencilerimiz derenin içinde kopan fırtınadan galip çıkmış, ıssız okulumuzu cıvıl cıvıl canlandırmışlardı. Eğitim bitince çocuklar evlerine gitti. Biz eve girdik sobayı yaktık. Sobanın üstüne kuru fasulye koyduk. Odanın içerisinde sobanın çıtırtısı ve tencerede ısınan suyun sesi geliyordu… Arkadaşım Tokat Merzifon’dan Amasya Suluova’ya taşınmış gariban bir emekçi çocuğuydu, ben de öyleydim: Burdurlu Fakir’in köylerinden çıkıp gelmiş çaresiz bir köylü çocuğu…
Sabah çocuklar burnunu çeke çeke yine mezralardan gelip kapıyı çalacaklardı. Gün, öğrenciden başka kimseyi görmeden tek düze geçecekti…
“Biz ışığın çocuklarıyız” Yakınımızda başka gidebileceğimiz bir ev yoktu. Birkaç gün sonra yine Maksut amcaya çat kapı yaptık. Onu, kısılmış gaz lambasının loş ışığında sessizce oturur bulduk. Toparlanıp ayağa kalktı, yerimizi gösterip oturdu. Hoş beş etti. Her zaman olduğu gibi çocukları, hiç görmediğimiz diğer odadaydı… “Sesi başım kaldırmıyor Hoci!” dedi. Yalnızlık ona iyi geliyordu. Yarı dişsiz ağzından konuşurken ıslık gibi çıkardığı ses ona bir karakter kazandırmıştı. O sesin karakterini seviyordum…
Elinden düşürmediği radyosundan dinlediği haberleri yorumlayarak anlatmaya başladı. O günlerde Olağanüstü Hal Bölgesi’nde yoğunlaşan öğretmen öldürme olayları karşısında bizim etkilendiğimizi düşünmüş olmalı ki:
“Bakın çocuklar, Tunceli’yi, Ovacık’ı diğer bölgelerle karıştırmayın.” dedi. Bizim atalarımız Horasan’dan gelmiştir…
“Küçük dünyanın penceresi” “Radyo Oyunları programını hiç kaçırmıyorum, hadi siz de dinleyin.” dedi. Oyun bitene kadar sessiz öylece dinledik. Oyun bittiğinde radyosunun düğmesini çevirerek kapatıp raftaki yerine özenle koydu.
Çocuklarından öğrencimiz Ali Rıza çay getirdi. Gece ilerledikçe sürgün yıllarından tanıdığı insanların öyküleriyle bizim dünyamızda her zaman olduğu gibi yine küçük pencereler açıyordu… “Masal anlatıcılar” “Maksut amca, bu köylerde televizyon, tiyatro, gazete yok; insanların eğlenecekleri bir şeyleri var mı?” “Hocam, biz bir araya getiren cemlerimiz olur. Sonra düğün bayram. Ha bir de her evde saz ve türkü sesleri (kılamlar)* hiç eksik olmaz. Bir de öykü-masal anlatıcılarımız vardır. Bunlar çok eski bir geleneği sürdürürler. Köyleri dolaşır, insanlara masal-öykü anlatırlar. Doğaldır ki kadir kıymet görür bu masalcılar…
“Böyle bir masalcıyla karşılaşmayı, dinlemeyi o kadar isterdim ki…” “Gurbetçilik, bu coğrafyanın kaderi” Aradan çok geçmedi, bir hafta sonra öğrencim Akın’ın babası yanına iki kişi daha almış çıkageldi.
“Selamlar hocalar!”
“Selamlar.”
“Hal vaziyet, durumuzun, çektiğiniz zahmet; nasılsınız?”
“İyiyiz, sizleri sormalı!” “Hocam ben aklıma koyduğumu yapmazsam bu dağlarda bana uyku yok. Çocuklarımı eksiğiyle fazlasıyla sana emanet ediyorum.”
“Sen rahat git Kemal kardeş. Gözün arkada kalmasın, çocukları merak etme sen.” Kemal, İngiltere’ye gitmeyi kafasına koymuştu bir kere. Bir nefeslik ancak oturmuşlardı. “Biz izin isteyelim, yola çıkıyoruz.” Dedi sesi biraz kederli, biraz üzgün. “Şimdi mi?” “Evet hocam.” “Peki sağlıcakla kalın! Buraları unutmayın bakalım.” “Hocam, her şey için teşekkürler. Hoşça kalın!” deyip, kocaman elleri, esmer tunç gibi yüzü ve ağaran koca gözleriyle karlı yolda belirsiz bir yolculuğa arkadaşlarıyla çıkıp gitti. Elif elif savrulan kar taneleri arkalarından ayak izlerini çok geçmeden kapattı…
Halil Erdem, Kar Aydınlığı romanından derleyen:
*Asmên Ercan Gür *Gağanê sıma xêr vo, bımbarêk bo!
(Gağanınızı kutlarım; iyi seneler!)