Dersim kültürünün önemli taşıyıcıları ve çınarlarından olan Kemal Kahraman ile Dersim’in inancına, kültürüne, diline yönelik keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Metin ve Kemal Kahraman kardeşler, Zazaca müziğe gönül vermişler. Kahraman kardeşler Dersim’in Pülümür ilçesine bağlı bir dağ köyünde dünyaya geldiler. Çocukluklarının ilk yıllarını Erzincan’da geçiren Kahraman kardeşler, yaz aylarında Dersim’deki köylerine giderek doğdukları yerle bağlarını hiç koparmadılar. Erzincan ve Dersim arasında gidip gelen kardeşler bu sayede hem Türkçe’yi hem de anadilleri olan Zazaca’yı iyi konuşuyorlar. İlk, orta ve lise eğitimlerini Erzincan’da tamamlayan kardeşler üniversite dönemlerinde Dersim’den ayrıldılar.
1983 yılında İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne giren Kemal Kahraman, 1984 yılında bu okulu bırakarak Ankara’da ODTÜ Felsefe bölümüne başladı.
Metin Kahraman ise 1984 yılında Marmara Üniversitesi, Basın Yayın Yüksek Okulu, Radyo Televizyon bölümüne girdi. 1985 yılında bu okulda okuyan birkaç arkadaşıyla birlikte Grup Yorum’u kurdu.
Aynı yıllarda Kemal Kahraman da Ankara’da çeşitli amatör müzik gruplarında yer aldı. 1988’den 1991 yılları arasında bir cezaevi süreci yaşayan Kemal Kahraman cezevinden çıktıktan sonra ilk albümleri olan “Deniz Koydum Adını”yı çıkardılar. Bu albümü çıkardıktan sonra Kemal Kahraman Almanya’ya sürgün gider ve albüm çalışmalarını orada sürdürmek zorunda kaldı. Metin Kahraman ise Türkiye’de kalarak derleme çalışmalarına devam etti. İki kardeş yurtdışında verdikleri çeşitli konserlerde bir araya geldiler. Uzun yıllar süren sürgünün ardından 2014 yılında Türkiye’ye dönen Kemal Kahraman, burada inancına, kültürüne ve diline yönelik çalışmalar yapmayı sürdürüyor.
Metin-Kemal Kahraman’ın çıkardıkları albümler ise sırasıyla “Seher Yeli Desmal”, “Deniz Koydum Adını”, “Renklerde yaşamak”, “Yaşlılar Dersim türküleri söylüyor”, “Ferfecir”, “Çeverê Hazaru (Binler Kapısı)”, “Şahmaran”, “Ax de vaji (Ah hadi söyleyeyim)”.
Albümlerinde sözlü kültür geleneğinden beslenen Kahraman kardeşler, Dersim’in acılarını, yaşam biçimini, kültürünü, inancını anlatıyorlar. Şüphesiz Dersim’in Kızılbaş Alevi inancı da Kahraman kardeşlerin albümlerinde önemli yer tutuyor. Alevi kültürünü, inancını, mana sistemini ve bu inancın geleceğe aktarılması için Alevi sözlü kültür geleneğinde önemli yer tutan deyişlerini, beyitlerini, gülbanglarını kayıt altına almaya devam eden Kahraman kardeşler, tüm bunları anadilleri olan Zazacayı yaşatmak için ağırlıklı olarak Zazaca yapıyorlar.
Kemal Kahraman’a albümlerini özellikle neden Zazaca yaptıkları ve Aleviliğin albümlerine yansımasıyla ilgili keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Bestelerinizi yaparken özünüze dönüş yapıyorsunuz anadilinizden yola çıkıyorsunuz. Anadilinize yönelmeye nasıl karar verdiniz?
İlk albümümüzü 1993 yılında ‘Deniz koydum adını’ olarak yayınlamıştık. Bu albümden önce de Metin ile Gülbahar’ın beraber çalıştıkları ‘Seher Yeli/Desmal’ diye Zazaca Türkçe karışık şarkılardan oluşan bir çalışma vardı. Bu aslında 90’lı yılların ortamından da çok bağımsız bir yöneliş değil. Bence bu 70-80 yıllık Cumhuriyet tarihinde Kürt mücadelesinin getirdiği en büyük zenginlik ya da değer, aslında 70-80 yıllık Cumhuriyet tarihinin bütün normlarının yeniden sorgulanması, her şeyin yeniden soruya dönüştürülmesi gibi bir kazancı olmuştur. Şimdi 90’lara gelindiğinde başka etnik gruplardan olan arkadaşlarımızın da kendileriyle ilgili soruları olduğunu görüyorduk. Onlar belki zaman içerisinde çok kalıcı ya da görünür bir sürece dönüşmemiş olabilir ama o zamanın gençliğinde genelde böyle bir yönelim vardı. Kendi kimliğini anlamak, tanımak 90’lı yılların politik ortamından bağımsız bir şey değildi. 70-80 yıl boyunca dayatılmış Türklük kimliğinin bütün boyutlarıyla yeniden soruya dönüştürülerek herkesin kendince cevap aradığı bir dönemdi. Biz de farklı gruplarla çalıp söylüyorduk zaten bir müzisyen geçmişimiz vardı, şarkılar da yapıyorduk Türkçe şarkılarımız da vardı. 90’lı yılların ortamına geldiğimizde de ‘Türkçe şarkılar yapıyoruz neden anadilimizde de şarkılar yapmıyoruz? Bu dilde de güzel şarkılar biliyoruz, bunları öne çıkartmamız lazım, kendi anadilimizde şarkılar, yeni derlemeler yapmamız lazım’ gibi bir yöneliş içerisindeydik. Böyle bir ortamda ‘Deniz koydum adını’ öncesinde ‘Seher Yeli/Desmal’ albümleri çıktı. Başlangıçta sadece ‘kendi anadilimizde de şarkılar yapabiliriz’ şeklinde başlayan süreç dilin, kültürün içine girdikçe, derlemeler yaptıkça ki bizim önümüzde farklı bir alternatif yoktu o zaman Zazaca şarkı söylemek istiyorsak ya kendimiz yazmak zorundaydık ya da kendi yaşlılarımıza dönmek zorundaydık çünkü çalışılmamış bil dildi. Yazılı kaynaklara geçmiş bir literatürü fazla yoktu. Şarkıları, ağıtları, masalları derlenmiş, arşivlenmiş ya da icra edilmiş bir birikim yoktu önümüzde. O yüzden Zazaca şarkı söylemek istiyorsak dediğim gibi ya kendimiz şarkılarımızı yazmak durumundaydık ki ilk çalışmalarda böyle bir yönelim daha ağır basıyor. Biz zengin bir Zazaca literatürle buluşmak istiyorsak kesinlikle kendi köylerimize, yaşlılarımıza dönmemiz lazım, onlardan derlemeler yapmamız lazım gibi bir farkındalığımız da vardı.1991’dir bizim derlemelere başlama sürecimiz.
HER ÇALIŞMA ÖĞRENME SÜRECİ OLARAK GELİŞTİ
Cezaevi sürecinden sonra mı?
Tabi. Ben cezaevinden 1991’de çıktım. Metin sürekli gelir giderdi görüşlerimize, biz cezaevinde de sürekli tartışırdık bu meseleleri. Metin’in kendi çalışmaları vardı ben de orada bir şeyler yapmaya çalışıyordum yeni şarkılar yazmak gibi. Fakat ilk derleme ben cezaevinden çıktıktan sonra oldu. Çok kısa bir süre sonra biz olgunlaşmış bir fikir olarak derleme çalışmalarına başladık. İlk önce kendi yakın çevremizden tanıdığımız kaynak olabilecek kişilere gittik. Ama bu zamanla farklı insanları duydukça genişledi. Yani dilin, kültürün içine girdikçe o otantik damarla daha sahici kaynaklar aracılığıyla yüz yüze geldikçe de bizim için bu şarkı söylemekten öte en geniş kültürel hafızayı çalışmak, tartışmak, anlamaya çalışmak şeklinde gelişti. Yani bizim için de her çalışma aslında bir öğrenme süreci olarak gelişti. Nitekim ‘Şahmaran’, ‘Çeverê Hazaru’ ya da daha öncesinde ‘Sürela’ bütün bunların hepsi bizim için de bir öğrenme süreci. Sorularımızdan hareketle başlattığımız çalışmalardır. Yani bir ‘Çeverê Hazaru’ literatürünü Zazaca, Kürtçe örnekleriyle toparlamaya çalışan o çalışma bizim için aynı zamanda Dersim Alevi ibadet takvimini, uygulamalarını, ritüellerini, mana sistemini anlama çalışması olarak yürüdü. Bizim kendi sorularımızdan hareketle kurduğumuz bir şeydi. ‘Şahmaran’ yine öyledir. Yani sözlü hafıza üzerinden aktarılmış Şahmaran versiyonlarıyla yazılı hafıza üzerinden aktarılmış versiyonları kıyaslamak bu anlamda sözlü hafızayla aktarılmış versiyonların yazıya göre nasıl özgünlükler taşıdığını ortaya koymaya çalışmak buradan hareketle ‘Şahmaran’ın kültür tarihinde nasıl bir yeri vardır’ı tartışmak. Gılgamış’a kadar uzanan kökleri vardır Şahmaran’ın. Biliyorsunuz Gılgamış Destanı yazılı geleneğin en eski metnidir. Yani bütün bu çalışmalar bizim de kendi dilimizi, kültürümüzü ve Anadolu Mezopotamya dediğimiz kültür coğrafyasını anlamaya çalışmak üzerine kuruldu. Dilin, kültürün içine girdikçe de çok farklı çok daha zengin bir kültür hafızasıyla karşılaştık. Yani bizim işe başladığımız yerle geldiğimiz noktayı kıyasladığımızda ‘girdiğimiz yer başka çıktığımız yer başka’ diyebiliriz. Çalışma sürecinin de bizi yönlendirmesiyle çok zengin bir kültürel hafızayla karşılaştık. Gerek dil üzerinde gerekse o dil üzerinden aktarılmış literatür aracılığıyla Gılgamış’a kadar uzanan bir hafızayı tartışabileceğimizi gördük. O anlamda da bunların hepsi aslında yıllar öncesinden ‘Ah de vaji’ de dahil bundan sonra yapmak istediğimiz bazı projelerimiz de var önümüze koyduğumuz. Bunların hepsi aslında 25-30 yılın olgunlaştırdığı bir kendini anlamaya çalışma, kendi dilini, kültürünü anlamaya çalışma, tanıma. ‘Bunun insana, insanlığa kazandırabileceği bir değer var mıdır?’ bunu göstermek ya da ‘Bu dil, bu kültür yok olursa insanlık ne kaybeder’i tartışmaya çalışmak şeklinde yürüyor.
Alevi inancında sözlü kültür geleneği çok önemli bir yerde duruyor. Günümüzde Alevilikle ilgili çıkarılan yazılı kaynakları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Alevilik gerçekten bir derya denizdir öğreti olarak. Alevi mana sistemi, inanç öğretisinin dinler tarihindeki yeri sözlü hafızadan bakıldığında çok başka görünüyor. Bütün Alevi sözlü hafızası ki deyişler, beyitler, gülbanglar, dualar aslında sadece birer folklor ürünü olarak değerlendirilmiş bugüne kadar. Halbuki bunlar Alevi öğretisinin de kuşaktan kuşağa aktarılmasının en önemli araçlarıdır ve Aleviliğin bilinçli bir tercihidir sözlü gelenekle mana sistemini aktarmak. Ama bütün bunlar ister Türkçe olsun ister Kürtçe, Zazaca olsun hangi dil üzerinden aktarılırsa aktarılsın Alevi sözlü hafızası bizzat Alevi mana sistemini aktaran, anlatmaya çalışan kaynaklardır. Alevilik anlaşılmak isteniyorsa her şeyden önce beyitlere, deyişlere dönmek zorundayız. Bunlar sadece birer folklor ürünü değildir. Yani Türkçe’de derlenmişse Türkçe’nin folklor zenginliği gibi görülmüş türkülerimiz. Bundan öte bir mana aranmamış. Halbuki Alevilik tarihi yazılırken de güya akademik çalışmalar yapılırken, bilimsel, objektiflik adına tamamen Alevilik dışı Alevilerin kendi dışında üretilmiş kaynaklar esas alınarak teori kurulmuş. Bu yüzden de Alevilik hep farklı din ve kültürlerin karılmasından oluşmuş eklektik bir sistem olarak değerlendirilmiş. Alevilikle ilgili yapılan bilimsel çalışmalarda Alevi öğretisinde ‘neyi nereye verebiliriz’ şeklinde olmuş. Şu taraf İslamdan geldi, şu kadarını Hristiyanlıktan almış, şu kadarı Yahudilikten geliyor galiba anlamadığımız bazı şeyler Şamanizm ya da Zerdüştlük gibi bunlarda da politik tercihler hakim olmuş. Yani eğer Türkçüyseniz ve Aleviliğe Türkçülük perspektifiyle bakıyorsanız Aleviliği ısrarla bir şaman damarla bağdaştırmak saf Türk kültürüne sizi ulaştıracak bir yöntem olarak görülmüş. Son 30-40 yıllık Kürt siyasi mücadelesinin çıkarttığı milliyetçi perspektiften Aleviliği okumak istediğinizde de ısrarla Zerdüştlükle olan benzerliğini öne çıkartmak şeklinde okunmuş.
Aslında nereden bakıldığına bağlı.
Çünkü bizdeki bütün kültür tarihi politize edilmiş. Biz Anadolu’da, Türkiye’de yaşayanların en büyük sorunlarından birisi folklorumuza, türkülerimize, şarkılarımıza kadar elimizdeki enstrümana kadar her şey politik bir perspektifle okunmuş ve her şeye o politik tercihin angajmanı neyi söylememizi istiyorsa onu söyleyecek materyaller, destekler ya da kaynaklar bulunarak kurulmuş.
KÜLTÜREL HAFIZAYLA OYNAMAK BİR YIKIMDIR
Bizim yaklaşımımız bu oluşturulmuş politik hafızanın ötesindeki hakikate ulaşmaya çalışmaktır. Mesela bizim 25-30 yıllık derleme sürecimizde bu sürecin temel dinamiği, çıkış noktası ‘Ben kimim?’ sorusudur, ‘Biz kimiz?’ sorusudur. Biz ‘Ben kimim?’ sorusunu önümüze koyduğumuzda bu sorunun cevabını gidip annemiz, babamız, dedemiz ya da o kültürün yaşandığı alandaki yaşanmışlıkları soruya dönüştürerek arıyoruz. Yani ‘Benim annem neden sabah şöyle bir dua yapıyor? Bu duanın içeriği niye böyledir? Niye bizde Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan akşam mum yakılıyor? Niye gaxan, hızır, hawtemal diye bir şey var? Hızır ayında neden 3 gün oruç tutuluyor da 8 gün değil? Ya da bu 3 günlük oruç niye Salı, Çarşamba, Perşembe oluyor? Niye cemimiz cemaatimiz Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan akşam oluyor? Yani o yaşanmışlığın kendisini okumaya, anlamaya çalışarak, varsa bir manası, mana sistematiği ortaya koymaya çalışarak, onun varsa kültür tarihinde, dinler tarihinde söyleyebileceği bir şey bu referanslardan bu kaynaklardan hareketle okumaya çalışıyoruz. Ama bir Türkiye Cumhuriyeti devleti kuruluyor. Milliyetçilik dönemindeyiz. Dolayısıyla ideolojik bir perspektifle bir Türk milleti yaratılmaya çalışılıyor ve bu Türk milletine bir kültürel hafıza oluşturulmaya çalışılıyor. İşte bu hafıza oluşturulurken kimse ‘Türkiye’deki Türkler nasıl yaşıyorlarmış, neden şunu şu tarihte yapıyorlarmış?’ gibi bir referanstan hareketle kurmuyor. Rus kaynakları, Türkler hakkında yazılmış İran kaynakları, Çin kaynakları vesaire gibi yazılı kaynaklar referans alınarak ‘Biz Ergenekon’dan geldik, bir kurt bize yol gösterdi, sazımızın adı aslında saz değildir, tambur da değildir kopuzdur’ gibi her şeye bir ideolojik bakışla bir hikaye yazıldı. Burada aslında yöntem olarak da çok ciddi temelden bir farkımız ortaya çıkıyor. Biz yani yaşanmışı bütün o dinler tarihinde kültür tarihinde bir yere koymaya çalışırken diğer taraftan toplumun hafızasında hiçbir yeri olmayan bir takım tercihler topluma devletin imkanları kullanılarak okullar, televizyonlar, zamanında halkevleri kullanılarak empoze edilmeye çalışılıyor. Bugün de bu devam ediyor. Çocuklarımız 3-5 yaşında yuvaya gittiği andan itibaren devletin müfredatına göre şekillenmiş bir kültürel kimlikle olgunlaştırılmaya çalışılıyorlar. Bu bir yıkımdır aslında. Kültürel hafızayla oynamak bir yıkımdır.
SELAMLAŞMAK KÖKLÜ BİR KÜLTÜREL TARİFİN DIŞAVURUMUDUR
Ben 20-22 yıl yurt dışında yaşadım. Geldiğimde ne fark görüyorsunuz diye genelde soruluyor benim en çok dikkatimi çeken ve söylediğim, 90’larda ben buradan gittiğimde kafa tokuşturarak selamlaşmak aslında bir siyasi tercihti, siyasi bir semboldü. Eğer MHP’liyseniz kafa tokuştururdunuz çünkü bu siyasi olarak MHP’lilerin tercih ettiği bir semboldü, selamlaşma adabıydı. Bugün bütün toplum kafa tokuşturuyor solcusundan sağcısına, dincisinden Kemalist’ine ve bunu saf Türk olmak, gerçek Türk olmak işte ‘Türkler aslında böyle kafa tokuşturarak selamlaşırlardı’. Bu da bir ideolojik hafızanın topluma empoze edilmesi sonucu 20 yıl içerisinde meşrulaştırılmış bir adaba dönüştürülmüş. Burada aslında çok ciddi bir sorun var. Bir toplumun selamlaşma adabını 20 yıl içerisinde değiştirebilmesi ne kadar ideolojik bir hafıza üzerine kurulu olduğunun göstergesi. Çünkü aslında selamlaşmak çok köklü bir kültürel tarifin dışavurumudur. Tanımadığınız ya da tanıdığınız bir insanla karşılaştığınızdaki selamlaşma adabınız sizin birçok konudaki sorularınızın cevabını içinde taşır. Aslında bunu kolayca 20 sene içinde değiştirebilmeniz sizin belki bin yıl, iki bin yıl geriye giden kültürel hafızanızı ideolojik bir şeyle ikame etmenizi yani kolayca o hafızayı terk ettiğinizi gösterir.
“EN BÜYÜK YIKIM TÜRK HAFIZASI ÜZERİNDE GERÇEKLEŞMİŞTİR”
Bu biraz da uzun yıllar süren asimilasyonun bir sonucu değil mi?
Türkleri Türkler mi asimile ediyor? Doğru söylüyorsunuz aslında bir tarafıyla. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin yarattığı en büyük yıkım aslında Türk hafızası üzerinde gerçekleşmiştir. Biz mesela Zazalar, Kürtler diğer etnik gruplar inkar edilmişlikleriyle sistem onları inkar ederek bize sadece işte ‘bizi inkar ediyor, demek ki bizim düşmanımız bunu gizleyelim ama bizim böyle bir hakikatimiz var’ı her zaman hatırlatan bir inkardır. Benim böyle bir hakikatim var bunu toplum ya da devlet kamu alanında görmek istemiyor, gayrimeşru ilan etmiş, eğer sistem değişirse ben bunu rahatça yaşayacağım. Sistem değişmediği sürece mecbursam kendimi, çocuğumu korumak adına bunu gizlerim ama buradan sadece bir düşmanlık çıkar, ben düşmanımı tanımış olurum. İlk fırsatını bulduğumda da kendi kimliğimi, dilimi yaşamanın yolunu ararım. Aslında Türkiye toplumunun en büyük sorunu hafızasızlıktır, hafızasıyla oynanmışlıktır. Bunu aydınlarında da görüyoruz. Bence en büyük yıkım Türkiye Cumhuriyeti eliyle bizzat Türk hafızası üzerinde geçekleşmiştir. Bugün yerellik hala küçümsenir. Diyelim bir bölgede konuşulan Türkçe hala küçümseniyor. İstanbul Türkçesi ya da devletin resmi kurumları aracılığıyla yaydığı Türkçe bence en hafızasız dildir, bu dilin hafızasıyla oynanmıştır.
SÖZLÜ HAFIZA DOĞRU BİR ŞEKİLDE YAZIYA GEÇİRİLMELİ
Bunun yanında sadece Türkleri asimile etmediler Kürtleri, Zazaları da asimile ettiler. Yöresel Türkçe’den başka Kürtçe de Zazaca da konuşulmazsa yok olacak. Zira Zazaca ev dili grubuna giriyor. Bugün Zazacayı yaşatabilmek için neler yapılabilir?
Bugün artık yazı çağındayız. Nasıl ki Dersim kültür hafızasının sözlü gelenekle aktarıldığını tespit ediyorsak bunu bir hakikat olarak söylüyorsak bugün artık sözlü hafızanın yazı olmadan devam edemeyeceğini de koymak durumundayız. Çünkü artık yazının hakim olduğu bir dünyadayız ve yazı artık dün olduğu gibi sadece hegemonların elinde değil, herkesin elinde kullandığı bir araç. Aslında biz yazıyla söz arasındaki bir kuşağız. Acaba Kürt aydınları, Dersim aydınları kurdukları kurumlarla ve yönelimleriyle tercihleriyle, yaptıkları işlerle bu asimilasyon ve yıkım sürecinin önüne küçük de olsa kendi imkanları ölçüsünde de olsa bir set mi kuruyorlar yoksa asimilasyon sürecini pekiştiren işler mi yapıyorlar? Mesela bugün Kürtçe’nin tekleştirilmesi Kürt aydınlarının ‘Bir an evvel yapmamız gerekiyor’ dedikleri bir tercihtir. Bence Türk Dil Kurumu’nun zamanında Türkçe üzerinden yaptığı yıkım son 20-30 yıldır Kürt kurumları ve Kürt aydınları üzerinden Kürtçe’de de devam ediyor. Çünkü Kürtçe’nin daha kendi zengin hafızası derlenmeden, otantik hayat alanlarına geri dönüp ‘Nasıl bir Kürtçe varmış, şu bölgedeki ağızda hangi kavramlar hangi kelimeler var’ böyle ciddi hiçbir çalışma yapılmadan Kürt aydınları ve Kürt kurumları Kürtçe’nin ya da Kürt kültürünün eksikliklerini tespit edip o eksiklikleri kapatacak bir an evvel herkesi aynı dil ya da aynı lehçede toparlayacak yönelimleri tercih ediyorlar. Bence bu da bir yıkım süreci olarak yaşanıyor.
Örneğin geçen gün Türk televizyonlarında gördüğüm bir haberde Hakkari’nin dağlarına iki, üç metre kar yağmış ve bir köyün okul yolu kapanmış. Çocuklar iki- üç kilometre yürüyerek gidiyorlar, kar da yağınca çocuklar okula gidememişler. Televizyon çocuklarla röportaj yapıyor Hakkari’nin kışın yolu kapanan bir köyünde bile çocuklar saf İstanbul Türkçesiyle konuşuyorlar, hepsi okula gidememekten şikayetçi, hepsinin doktor, öğretmen vesaire olmakla meşgul kafaları ve bunu bir televizyon diliyle Türkçe olarak söylüyorlar ki ben eminim onların Çoğu Kürtçe’yi artık bilmiyor. Bu 40 yıllık siyasi mücadelenin sonunda geldiğimiz noktadır. Ben hatta diyorum ki bu 40 yıllık mücadele sürecine bir dönüp bakmak istiyorum ne kazandık ne kaybettik diye. Böyle baktığımızda ben bu süreçle birlikte Kürtlerin 40 sene önce sahip oldukları bütün otantik hayat alanlarını kaybettiklerini düşünüyorum. Yani belki bin yıllık 5 bin yıllık Kürt kültür hafızası savaşla birlikte çökertildi, hayat alanları boşaltıldı ve orada düne kadar yaşayan bir Kürt kültür hafızası şehirlerin varoşlarında moderniteye entegre edilmiş oldu. O yüzden işimizin bir tarafı kurumsaldır. Aydınların doğru bir perspektifle yan yana gelerek devlete rağmen, devletin bütün engellemelerine rağmen bu sözlü hafızayı yazılı kaynağa geçirecek bir çalışma sürecini başlatmaları lazım. Yani biz eğer sözle yazı arasındaki kuşaksak doğrusuyla yanlışıyla sözün bize aktardığı hafızayı ilk önce yazıya geçirmemiz lazım, onu bir kaynağa dönüştürmemiz lazım. Ve gerektiğinde dönebileceğimiz, çocuklarımıza ya da bizden sonraki kuşaklara bırakabileceğimiz onların da kolayca dönebileceği o sözlü hafızayla onları yüz yüze getirecek bir sözlü kültür kütüphanesi kurmamız lazımdı. Bunu yapamadık. Onun dışında televizyonlarımızda konuşulan Zazaca’yı çoğumuz anlamıyoruz, televizyonlarımızda konuşulan Kürtçe’yi çoğu otantik Kürt bölgesi anlamıyor. Çünkü biz aydınların bir yüksek Kürtçe yaratma, eksiklikleri tamamlanmış bir Kürtçe yaratma gibi bir kaygıları doğru Kürtçe’yi yansıtma, bir hafızası olan otantik Kürtçe’yi yansıtmanın önüne geçmiş. Yani böyle çok ciddi sorunlarımız var. Ben diyorum ki bu dillerin kayboluşunu, yok oluşunu engellemenin tek yolu bugün bizzat en otantik kaynaklara geri dönüp kayıtlar yapmak ve kayıtlara sadık kalınarak bunları en azından bir kerelik olsun yazıya geçirerek herkesin ihtiyacı olduğun dönüp bakabileceği kaynaklara dönüştürmektir. Ondan sonrası herkesin kendi bileceği iştir. Tabi ki isteyen istediği şekilde de bunları yorumlar, kendi perspektifinden yeniden yazabilir. Ama öncelikli iş sözlü hafızanın doğru bir şekilde yazıya geçirilmesidir.
Kimileri Kirmancî diyor, kimileri Zazakî, Dımılkî diyor dilinize. Hangisi doğru? Birbirlerinden farkı nedir?
Bence hepsi de doğru. Milliyetçilik perspektifinden bu etnik tartışmalara yaklaşmak bizi hep yanlış sorulara götürüyor. Bence bu üç ifade de doğrudur. Birçok halkın geçmişinde de bu vardır. Halkların kendilerine verdikleri isimlerle onlara dışarıdan verilen isimler hep farklıdır. Zazaca demek, Kirmancî demek, Dımılî demek, Kırtkî demek bölgelere göre bunların hepsinin de söylediği bir şey vardır. Bu aidiyet ifadelerinin tarihsel, kültürel hafızaya ilişkin taşıdığı şeyler vardır. Biz bugün milliyetçilik perspektifinden bakınca etnik olarak kimler yan yanaysa onlar yan yana gelsin gibi görüyoruz, bunlara da bir isim bulalım oluyor. Fakat bu yanlış bir yaklaşımdır. Bence bu toprakları kurutan bir ideolojik tercih olmuştur milliyetçilik. Bu Türkçülükle daha öncesinden başlayıp gelen süreç aslında buradaki en büyük yıkıma sebep olmuştur. Dolayısıyla bizim aslında ilk önce bu kültürel hafızayı bütün farklılıklarıyla tanımaya çalışmamız lazım. Yani politik kurduğumuz örgütler de eğer bir imkan yaratacaklarsa bir politik hedefe ulaşmak için bir kurtuluş için kurulmuş örgütler de dahil eğer bir dil, kültür, aidiyet temsiliyle çıkmışlarsa ilk önce bu dili, kültürü, aidiyeti anlamaya çalışmaları lazım. Yani bir aydın hastalığıdır aslında ‘Ben her şeyi biliyorum. Kürtlük söz konusuysa her bölgeyi, ağızı, lehçeyi ben bilirim, öyleyse bunları katayım yeni bir dil yaratayım ya da bir aidiyet yaratayım’ tercihleri bence bizim kurduğumuz ve kuracağımız örgütler her şeyden önce bu farklılıkları anlamaya, bunların anlaşılmasını sağlayacak organizasyonlar yapmaya güçlerini yetirmelidir. Mesela Zazalar konusunda bence Kürt siyasi hareketi başından beri yanlış davranmıştır. Kendilerinin de bilmediği konularda sadece kulaktan duyma bilgilerle hep politik sıfatlarla adlandırılmıştır insanların bu yönlü ifadeleri. Yani devlet onlara ‘bölücü’ demiştir. ‘Zazalar diye birileri var’ diyenlere onlar da kendi içlerinde bölücü demekten çekinmemişlerdir. Halbuki Kürt siyasi örgütleri bu meseleyi kendi içlerine alabilirlerdi. Bu meselenin doğru zeminlerde doğru bir yöntemle tartışılmasını sağlayabilirlerdi. Yani bunu kendi çatıları altında yürüyen bir tartışmaya dönüştürebilirlerdi sahip çıkarak. Siyaseten bütün bu etnik farklılıklar yine yan yana durabilirlerdi bu tercih olsaydı. Ama bu kültürel hafızaya ilişkin tartışmalarda siyasi tercihlerimizi bu kadar öne alarak bir takım tarifler yapmamamız lazımdı ya da tercih ettiğimiz tariflere göre gücümüz oranında farklı davranmak isteyeni ezmeye çalışmak hep yanlış olmuştur. O yüzden bence Zazaca, Kirmanckî, Dımılkî, Kırtkî bunların bölgelerde temsili hepsi de doğrudur. Ben Türkçe konuşurken kendi dilime Zazaca diyorum, Zazayız diyorum. Çünkü Türkçe’de bu işin adı böyledir. Buna hiçbir siyasi anlam yüklemeden anlaşılabilmek için böyle kullanıyorum. Kendi dilimde konuştuğumda Dersim Zazacasıyla ‘Ma Kirmancî me, ma kirmanckî qesêy kenîme’ bunların hepsinin bir tarihi var. Yani Zaza kavramının söylediği bir şey var, kirmanc kelimesinin bir hafızası var. Neden mesela Dersim’de biz kendimize Kirmancî diyoruz ama kendimize kirmanc derken Kürtçe konuşanlara Kirdas diyoruz, dillerine Kirdaskî diyoruz? Bunun bir temeli var. ‘Neden Kirdaskî yani Kürtçe konuşanlar kendine Kurmanc derken sana Dimilî diyor?’ Bütün bunların bize söylediği bir şey var. O yüzden bu tür şeyleri çalışmalarımızın önüne çıkartmadan samimi bir şekilde biz iş yapmaya konsantre olmalıyız. ‘Sen Zaza dedin öyleyse sen Zazacısın. Sen Kirmanc dedin daha iyi. Kirtkîyi tercih ederim çünkü Kürt kelimesine daha yakın’ gibi pratik yüzeysel referanslarla bu iş tarif edilemez. Onun için bir tercih yapmadan önce ya da tercihlerine göre insanları kategorize etmeden önce bunları anlamaya çalışmamız lazım.
Hawtemal ve Kara Çarşamba nedir? Bunların arasındaki farklar neler? Sadece Alevi kültüründe mi var?
Hawtemal Dersim ibadet takviminin en önemli aylarından biridir. Dersim ibadet takvimi gaxan ile başlar yani 21 Aralık ile birlikte başlar. Gaxan uygulamalarından sonra bir aylık Hızır ayı gelir. O da ibadet ayıdır. Pir taliple buluşur, 3 günlük oruçlar tutulur. Hızır uygulamalarından sonra da hawtemal gelir. Bu üçü birbirini tamamlayan bir bütünlük taşır. Yani gaxanı hızır ayı olmadan hızır ayını hawtemal olmadan anlayamayız. Birçok araştırmacı bu ibadet takvimine, uygulamalarına baktığında gaxanın özellikle Hristiyanların Noel uygulamalarına denk gelmesi yüzünden Hristiyanlardan alınmış bir uygulama gibi okumak eğilimindedir. Hızır ayını çok kavrayamayız çünkü başka kimsede yok. Yani bunlar farklı farklı kültür kaynaklarından gelmiş şeyler gibi görünür. Bu doğru değildir. Evet Hristiyanların noeli vardır, gaxanla aynı döneme denk gelir. Fakat biz kendimizi ille başkalarıyla olan ortaklıklarımız ya da ayrılıklarımız üzerinden kurmak zorunda değiliz. İlk önce ‘bir Alevi bunları nasıl algılıyor ve niye uyguluyor?’ bunu sormamız, anlamaya çalışmamız lazım. Eğer Alevi öğretisi içerisinde bunlar bir sistematiğin, bir mana sisteminin unsurları olarak kendilerini anlaşılır kılmıyorsa o zaman deriz ki ‘herhalde başka bir yerden gelmiş’. Fakat biz Alevi öğretisinin içinden baktığımızda görüyoruz ki Alevi öğretisi gerek teorik, teolojik olarak anlattıklarıyla gerekse de ibadet takvimi ve uygulamalarıyla birbirinden ayrılmaz mükemmel bir mana sistemi oluşturuyor. Öyle ki siz ne yeni bir kavram ekleyebiliyorsunuz ne de keyfiyen kavram çıkartabiliyorsunuz. Bugün mesela Alevi kurumlarının en önemli tartışmalarından biri ki bence yine gereksiz bir tartışmadır, daha doğrusu meselenin temeline inen bir tartışma değildir ve tamamı politik tarihin şekillendirdiği referanslarla yürüyor, işte ‘Biz İslam içi miyiz, dışı mıyız? İslam kavramını atalım, onu alalım, bunu verelim’ gibi bir takım tartışmalar yürütülüyor. Bence Alevilik öğretisi hem teorisiyle hem de uygulamalarıyla birbirinden ayrıştırılamaz bir mükemmel mana sistemi kurar. O anlamda gaxan, hızır ve hawtemal uygulamaları Aleviliğin bir yıllık döngü içerisindeki sabit ibadet takvimi uygulamalarıdır. Hawtemal da bunların son aşamasıdır.
HAWTEMAL YILBAŞI VE 4 AŞAMALI UYGULAMALAR ZİNCİRİDİR
Hawtemal bir süreçtir Mart ayında başlar, dört aşamalıdır. Kara Çarşamba ile başlar. Bugünkü takvimde 13 dediğinde eski ay takvimine göre ayın 1’idir. Bu eski takvim mantığıyla baktığımızda Mart’a girdiğimizden itibaren Mart’ın ilk Çarşamba’sı Kara Çarşamba’dır. Ondan sonra ‘hawtemalu qiz’ diyoruz Zazacada. Yani ‘küçük yedili’ ya da küçük yedi haneler’ diye çevirebileceğimiz bir kavram. Bu Mart’ın 7’sidir. Ondan sonra ‘newo Mart’ ya da ‘Newroza Mart’ dediğimiz 2 gün sonrası Mart’ın 9’una denk gelen tarih vardır. Burası tam yılbaşıdır. Yani eskiden hawtemal yeni yılın başlangıcıydı. Yeni yıl bugünkü gibi Aralık’ın sonunda değil Mart ayında başlardı. Mart’ın 9’u eski yılın son günüydü, Mart’ın 10’u yeni yılın 1’inci günüydü. Mesela leylek için derler ki ‘8’e gelmez 9’a kalmaz’. Yani 8’in gecesi gelir. Kars’ta ‘7 leviler’ diye bir uygulama var. Aynen bizim hawtemalimizdir. Adı da oradan gelir, yani ‘7 levhalar’ ya da ‘7 haneler’. Anadolu’nun farklı bölgelerinde bu uygulama var. Ama bu özellikle 100-150 yıllık ya da daha önce İslam’la birlikte başlatabileceğimiz süreçte bölgesel olarak İslam’ın kendi Ortodoks kurumlarıyla uygulamalarıyla gidip yerleştiği alanlarda geri çekilmiştir ve bu uygulamalar ne kadar yoğun yayılmışsa o oranda da bu eski uygulamaların çoğu geri çekilmiştir. Sunni İslam’ın görece daha az girdiği bölgelerde bu uygulamaların hala nüvelerini Türk olsun, Kürt olsun, Zaza olsun Anadolu’nun bütün etnik topluluklarında görmemiz mümkün. Özellikle Türkmen Alevilerle de bizim zamanında yaptığımız görüşmeler vardı. 90’ların sonunda Toroslarda çok önemli bir Alevi köyü olarak tanınan Kırtıl Köyü var. Çevresi tamamen Sünni köylerdir. Kırtıl’da Metinlerin Alevilik teolojisiyle ve uygulamalarıyla ilgili röportaj yaptığı Bahar teyze diye 100 yaşına yakın bir teyzemiz var. Ben o teyzenin anlattığı Alevilikle benim annemden öğrendiğim Alevilik arasında hiçbir fark görmüyorum. Uygulamalarıyla, dualarıyla dil farklı olsa da bütün sembolleriyle, metaforlarıyla, kavramlarıyla hep aynı dualar edilmiş. Yani demek istediğim bu uygulamalar sadece Dersim’e has uygulamalar değil. Eskiden aslında bütün Ortadoğu bu takvimin içerisindeydi, bu zaman algısının içerisindeydi ve bütün Ortadoğu halkları hem ay takvimini hem de güneş takvimini paralel olarak kullanırdı. Ama İslam gibi İslam öncesinde Hristiyanlık gibi ondan önce Yahudilik gibi dinler hep zaman ve mekan kavramlarıyla uğraşmışlardır, zamanı kendileriyle başlatmak istemişlerdir. ‘Benden öncesi cahiliye’ der mesela İslam, ‘benimle birlikte Arap toplumu ya da Müslüman olanlar insan oldu’ gibi anlarız biz. Bunlar aynı zamanda tarihi de kendileriyle başlatır. Bugün Yahudi takvimine göre 5700 bilmem kaçıncı yıldayız. Bugün Hristiyan takvimini kullanıyoruz 2019’dayız İsa’nın doğumu diye teorize edilen bir takvim algısındayız ve yılbaşımız bugün Aralık’ta. İslam’da Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçünü esas alan bir 0 ile başlatır tarihi bugün 1400 gibi bir tarih içerisindeyiz. Yani takvim ve zaman algısıyla her dönemde uğraşılmış. Eskiden yılbaşı Newrozdu ve bunun doğada da bir karşılığı vardı. Yani eski zaman algısı gerçekten de zaman birimi olarak 1 ay dediğimizde bizim uydumuz olan ayın hareketlerinden bağımsız olmayan, yani referansla işleyen bir ay mantığımız vardı. Yılımız da gerçekten güneşle dünyanın ilişkisi temelinde kurulurdu ve geceyle gündüzün eşit olduğu bugünkü takvimle 21 Mart, eski takvimle 9 Mart’ta yılbaşı kabul edilirdi. O yüzden yılbaşıdır hawtemal. Birinci günü Kara Çarşamba’dır. 7’si ‘hawtemalı qız/küçük yedili’ diyoruz. İki gün sonra Mart 9’udur ‘newo Mart’ diyoruz ve bir hafta sonrasında Mart’ın 17’sinde de ‘hawtemalı pil/büyük yedili’ diyoruz. Böyle 4 aşamalı bir uygulamalar zinciridir hawtemal.
Kürtlerde de newroz vardır, birçok Türkiye halkında da newroz vardır fakat newroz bu Sünni Ortodoks gelenek kendi kurumlarıyla ve zaman algısıyla girdikçe gerilemiştir. Bugün Kürtlerde sadece newroz günü önemli özel bir gün olarak kutlanmaktadır, diğer aşamaları hep unutulmuştur. Halbuki Dersim’de bu hala en eski gelenekle kutlanır. Kara Çarşamba günü sabah gün ışımadan en yakındaki en büyük ırmağa gidilir. Çünkü bugün dünyaya maya atılmıştır. O yüzden de bütün su kaynaklarının, su gözelerinin gelip birleştiği ana yataktan daha kuşlar su kaynaklarına inmeden gidip su almak ve onu getirip evi, evdekileri, evin bütün hayvanlarını, evin bütün odalarını köydeyse köydeki her yöne doğru giden çığırlar onunla kutsanır. Bu suyun maya olduğu düşünülür, onunla yoğurt mayalanır ve gerçekten süt mayalanır ve yoğurt olur.
Bizim bütün bu sembollüğü doğru okumamız lazım. Bunların hiçbiri keyfi tercihler değildir. Orada meşe yerine şilan getirmenin bir manası vardır. Dinler tarihine, kültür tarihine ilişkin çok farklı bir perspektiften her şeyi okuyabileceğimizi gösteren referanslar sunar bize. Herkesin hawtemali kutlu olsun diyelim.
İsmet SEFER/Suay ABAK