• BIST 9129.66
  • Altın 2940.718
  • Dolar 34.4659
  • Euro 36.3751
  • İstanbul 19 °C
  • Ankara 10 °C
  • Tunceli 10 °C

Küçükaslan: "Benim Amacım İnsanların Son Diyetisyeni Olmak"

Buket Harıkçı

Elif ile buluşmamız ve tanışmamız online sistem üzerinden öğrencim olma talebi üzerine gelişti. Sağlıklı yaşam ve spor üzerine bir hayat benimsemesi ve yollarımızın bu sebeple kesişmesi çok güzel. Elif diyetisyen ve fitoterapi uzmanı. Şimdi bize söyleyeceklerine hep birlikte kulak verelim.

Bize biraz kendinden bahseder misin?
2013 yılında İstanbul Medipol Üniversitesi ‘Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nü kazandım ve böylece İstanbul’a gelmiş oldum. Dört yıl eğitim sürecinin ardından artık mesleki anlamda hayatla yüzleşme vakti gelmişti benim için. Sonrasında ya yüksek lisans yapıp devam edecektim ya da işe girmeliydim. İlk etapta yüksek lisansı denedim fakat ardından iş hayatına da atılmamın benim için daha uygun olacağına karar verdim.

İş arayışlarına girdim. En sonunda hayatımı çok değiştiren bugünkü beni inşa etmemde yardımcı olan doktor Serdar Savaş ile tanıştım. Kendisi nutrigenetik alanında çalışıyordu ve üniversitede bu alanda bir içerik ve ders görmemiştik. Nutrigenetik ‘genlere göre beslenmek’ olarak ifade edilebilir. Araştırmalarım sonucunda bu başlık altında Serdar Savaş ile çalışmak istediğime karar verdim. Böylece nutrigenetik ile de tanışmış oldum. Türkiye’de ilk kez kendisinin öncülük ettiği bu alanda birlikte çalışmak, bir parçası olmak benim de kariyer basamaklarımda yolumu güzelleştiren bir şey oldu. Çünkü herkes bir biçimde sadece zayıflamaya çalışıyor ya da ameliyat ile bu isteklerini gerçekleştiriyorlardı.

Hiç kimse bir insanın genine bakarak, yaşayacağı riskleri öngörerek bir yaşam planı sunmuyordu. Bu anlamda birçok farklı kitleden danışanlarla çalışma imkanım oldu. Bakanlardan tutun da sanatçılara, üst düzey yöneticilere kadar. Bu noktada mesleki olarak herkese hitap edebilmeyi de deneyimlemiş oldum. Birçok farklı seviyede bulunan insanla iletişim kurmayı öğrenmek, mesleki olarak hem manevi anlamda tatmin edici hem de oldukça heyecanlı bir süreç.

Mesleğimizde iletişim kıymetli olduğu için, büyük bir avantaj yaşamış oldum. 

Bugün ben diyet listesi hazırlamıyor, yaşam programı hazırlıyorsam oradan öğrendiklerim sayesindedir. Sadece besinler önererek, bir liste vererek, kahvaltılar veya ara öğünler önererek bir yere varamıyoruz artık. Bu nedenle danışanlarımın besin desteklerini, uykusunu, egzersizini, tahlillerini, kaçınması gereken ve tüketmesi gereken besinleri, tüketmesi gereken çayları ve bitki çaylarını planlayarak sunuyorum. Böylece danışanlarımın hayatına çok daha önemli ve değerli ve bütüncül dokunuşlar sunmuş oluyorum.

Beslenme ve diyet uzmanlığına nasıl başladın, bu süreç nasıl şekil aldı?
Bu aslında başlamaktan daha önceki bir sürece dayanıyor. Eskiden eczacı olmak istiyordum. Lisedeyken bir hocam herkese ‘Hangi mesleği neden seçeceksiniz’ sorusu sordu. Ben de karşılık olarak eczacılık okumak istediğimi söyledim. Hoş olmayacak ve ben de antipatik uyandıracak bir karşılık verdi ve o tepkiyi hocamdan aldıktan sonra hevesim kaçtı. Artık yeni bir meslek dalıyla ilgili seçim yapmak üzere bir arayışa girdim. Fen lisesine gidiyordum ve arkadaşlarımın çoğu ya tıp ya da tıp içeren farklı bölümler seçiyordu. İğne fobim olduğu için çaresizce olasılıkları düşünmeye başladım. Fakat sağlık sektörünün içinde olmak ile ilgili bir heyecanım da söz konusuydu. Bir anda diyetisyenlik ile ilgili bir şey düştü içime. Kendim için uyumlu bir meslek grubu olmasıyla birlikte hem eczane ile ilgili hayallerimi hem de sağlık ile ilgili isteğimi karşılayabileceğini hissettim. İletişimi, konuşmayı, araştırmayı, anlatmayı çok seven bir tarafım da var karakter olarak. Bunların hepsini düşündüğümde yolculuğum mesleğimle ilgili şekil almaya ve gerçekleşmeye başladı. Medipol Üniversitesi’nde kazandığım bu bölümü, aynı zamanda ‘Fitoterapi’ bölümü ile yüksek yaparak tamamladım.

Beslenme alışkanlıklarında en çok hangi ekolü savunuyorsun?
Sürdürülebilirlik… Çünkü insanlardan şunları duyuyoruz; “çok diyetisyene gittim hiçbir şeyi değiştiremedim.’’ Benim amacım insanlara sağlıklı beslenmeyi öğreterek onların son diyetisyeni olmak. İnsanlar için “başla-bitir-olmadı”, yeniden “başla-bitir- olmadı” psikolojisi çok zor. Sürekli kilo al ver döngüsünü (yo-yo sendromu olarak da bilinir) kişiyi çok yıpratıyor. Danışanlarıma söylediğim ilk şey şu oluyor ‘’Kiloyu kaç günde verdiğin önemli değil, önemli olan seni bir, iki yıl sonra gördüğümde aynı kiloda görmüş olmak...’’ Önemli günlerde; yılbaşı gibi, doğum günleri gibi vicdan azabı barındırmadan tüketmeleri gerektiğini vurguluyorum. Danışanlarımın ömür boyu yanlarında olamam, ellerinden tutamam ama kendileri için en sürdürülebilir yolu onlara göstermeye çalışabilirim ve yaşamlarını böyle yönetmelerine yardımcı olabilirim. Şok ve popüler diyetler, akımlar maalesef kısır döngüden daha fazlasını yaratmıyor.

Yüz yüze danışmanlık vermenin yanı sıra bir de online sistem üzerinden diyetisyenlik desteği nasıl gidiyor, nasıl geri dönüşler alıyorsun?
Geri dönüşler çok güzel. Aslında yüz yüze görüşmelerimizden hiçbir farkı yok. Tek farkı karşılıklı canlı-kanlı oturmuyoruz da telefon aracılığı ile görüşmüş oluyoruz. Ancak ben daha fazla kişiye ulaşmak adına diyet ile ilgili görüşmelerimi birkaç ayrı kategoriye bölüyorum. Bir tanesi sadece mesajlaşma ile ilerleyen bir sistem. Diğer sistemim ise görüntülü veya yüz yüze görüşmelerle eğitim sürecinin daha yoğun olduğu sistem. Eğer danışan ilk kez bir diyet deniyorsa, daha hastalıkların eşlik ettiği bir durum varsa, konu eğer daha ciddi ve ağır bir konuysa görüntülü görüşme sağlıyoruz.  Hem soruların cevaplanması hem eğitim verebilmek hem de motivasyon yüklü bir görüşme oluyor. Bu süreç benim için de oldukça keyifli. Çoğu insan için bir ofise gitmek şu dönemde zorlayıcı olabiliyor. 10-15 dakikalık bir randevu için saatlerce ulaşım ve trafik sorunu yaşamadan, internet üzerinden bağlantı kurmak herkes için daha ulaşılabilir ve keyifli bir süreç gerçekten. Online sistemle dünyanın neresinde olursan ol görüşme gerçekleşiyor. Tabi pandemi ile gelişen bir süreç ben de online danışmanlık.  Fakat eklemek isterim ki, mesleğimi ifade ederken oldukça avantajını yaşadığımı söyleyebilirim. Seninle tanışmamız da tabi online sistem ile gerçekleşti. Haftada minimum iki kere egzersiz yapabiliyoruz. Danışanlarım için de söylemek gerekirse dönüşler oldukça tatmin edici ve olumlu.

Diyet programları hazırlarken, kişinin vücuduna uygun ve yararlı olmasının dışında kişisel taleplerini nasıl karşılıyorsun?
Kişisel taleplerini makul çerçevede kıyaslamaya çalışıyorum. Geçtiğimiz günlerde kendi irademle bir danışanıma haftada “iki-üç kere tatlı yiyebilirsin” diye özellikle belirttim. Kişiyi değerlendirdikten sonra değişkenlik gösteren bir konu diyet programları. Danışanımda önceliklendirdiğim konum onun bir önceki haftadan daha iyi olması. Diğer kişilerin ve programların kıyasına gitmeden, kendi geçmişi ve süreci ile yol almasını sağlamak. Genel çerçevelerde ele aldığım konular elbette var fakat çoğunlukla herkesin bireyselliğini düşünerek hareket ediyoruz bu süreçte.  Güne sabah altıda başlayan ile on ikide başlayanın aynı beslenme tipine sahip olması pek mümkün değil haliyle. Tercih ettikleri, sevdikleri veya hazzetmedikleri besinleri dinleyip karar veriyoruz asında. Kısıtlanmadan ve mahrum kalmadan keyifle hedefine ulaştığı bir sistem ile ilerliyoruz. Çünkü yasaklanan her şeyi daha çok tüketme eğilimimiz var insan olarak. Bir şey yasaklandığı an daha cazip gözüküyor. Tüm besinler bizim için önemli sadece tüketeceğimiz saatleri, sıklıklarını ve porsiyonlarını detaylandırmak önemli olan.

Beslenme çeşitleri temelde kaça ayrılır?
Vejetaryen- vegan beslenme, ketojenik beslenme, aralıklı oruç beslenme, protein beslenme… aslında saymakla bitmez hale geldi. Adını duymadığım birçok model beslenme tipi var. Önemli olan sorunun ‘’ben neye ihtiyaç duyuyorum’’ olduğunu düşünüyorum. Ketojenik beslenmede bahsetmek isterim biraz. Bu diyet türünde şeker, meyve, karbonhidratın çok kısıtlı olduğu bir beslenme çeşidi. Bizim gibi hamur işi ağırlıklı beslenen Türk toplumunda bu beslenme şeklini uygulamamız oldukça zor. İdeal diyeti uygulamak için kişinin kendini tamamen dış dünyaya kapatıp, hiç işe gitmeyip sadece öğünlerinde ne yiyeceğini düşünüp, pişirip planlaması gerekiyor. Kişi, dışarı çıktığında restoranda yiyeceğini düşündüğünde cevabın basit olması gerekir. Biz böyle popüler beslenme şekillerine maruz kaldığımızda dışarıda beslenmek zor hale giriyor. O yüzden önemli olanın vücutta neye ihtiyaç duyduğumuzdur.

Diğer örnek ise spor yapan bireyin karbonhidratı kesmesindeki yanlışlık. Eğer hareketsiz bir yaşamı varsa kişinin evet karbonhidratı daha kısıtlı tüketebilir ama spor yapan, hareketli olan kişilerin ilk enerji kaynağı o gün tükettiği karbonhidrattır ve harcayacağı enerjiyi yerine koymalıdır. Sadece aminoasit ve protein desteği hem eksik kalacak hem de çalışmayı geriye çekecektir. Başka bir mesele ise meyve yemek ile ilgili… Bu konu ile endişeler çoğaldı. Peki yemediğimizde bağırsaklarımız nasıl aktive olacak? Meyve hem insülin dengesi hem de bağışıklık için çok önem arz eder vücudumuzda. Protein alımını durdurmak da öyle. Vegan beslenme de proteini kesersek vücut kendini nasıl yenileyecek sorusu geliyor hemen akla. Daha çok takviye yüklemesi yapmak gerekiyor protein eksikliğinde. O yüzden önemli olan şeyler, neye ihtiyaç duyduğumuz, neyi sevdiğimiz ve bunları nasıl çeşitlendirebiliriz ile ilgilidir. Temelde proteinlerin, karbonhidratın, yağın, lifin ve vitamin- minerallerin denge içinde olması gerekir. Katı diyetler, bulunduğumuz yerde tercihlerimiz kısıtlı ise bizi strese sokuyor ve beslenmek psikoloji ile de doğrudan bağlantılı bir konu.

Vegan-vejetaryen beslenme hakkında ne düşünüyorsun?
Vegan diyetin, çok katı bir diyet şekli olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle etik değerlerden dolayı yapılıyorsa üstüne çok konuşmayı tercih etmiyorum. Çünkü benim değiştirebileceğim bir şey olmadığını bilirim. Belki felsefe ve psikoloji alanında uzmanlaşmış kişilerle konuşmak gerekebilir bu süreci. Diyet kısmı ile ilgilendiğimde ise sağlık ile ilgili problemlerden ötürü tüketime gidilmiyorsa yanlış olduğunu söyleyebilirim. Çünkü haftada belli miktarda tüketilen yumurta veya sütün bir zararı söz konusu olmadığını eklemek isterim. Kişinin kendi özelinde tükettiği porsiyonlarda tükettiği protein zarardan çok fayda sağlıyor. Bundan mahrum olmak ve takviye yapmak oldukça zor bir süreç. Hepimiz biliyoruz artık vegan diyetin katı bir beslenme şekli olduğunu. Vegan olan bir danışanım vardı. Hayata karşı bakış açısının hem değişik hem zor olduğunu, benim için de zor olduğunu söylemem mümkün. Psikolojik olarak bir şeyleri yapmasını önermek zor bir süreç oldu benim için de. Elimden geldiğince bitkisel protein kaynakları ile beslenmesine yardımcı oldum ama bir yere kadar gerçekleştirebildik. Vegan beslenmede bazı besinlere karşı çok katı bir kısıtlama mümkün, aynı şekilde altta yatan neden önerilere karşı da sergileniyor. 

Proteinler bizim yapı taşlarımız. Kemikler ve kaslar proteinlerden beslenebiliyor. Proteini dışlamak doğru değildir. Vegan beslenmede farklı sebeplerle kırmızı et tüketimi yoktur ama süt ve süt ürünleri, yumurta tüketiliyorsa çok problem barındırmaz bu süreç. Yani veganlığın zor vejetaryenliğin mümkün olabileceğini ve sürdürülebilir olabileceğini söyleyebilirim. Vejetaryenlikte telafi mümkün olabiliyorken, veganlıkta durum biraz değişebiliyor. Dikkat edilecek önemli takviyeler ise; demir ve b12dir. Eğer sindirim ve emilimde bir sorun yoksa bu besinleri takviye etmelidir. Demir eksikliği kişinin yaşam kalitesini çok düşüren bir durum. Halsizliğe, üşümeye, düşünsel olarak negatif bir sürece neden olabilir. B12 ise; hafıza ve enerji ile ilişkilidir. Bunların birçoğu vegan ve vejetaryen beslenmede düşüyor. Muhakkak takviye edilmelidir. Diğer kan parametreleri de kontrol edilerek gerekli destekleme yapılmalıdır.

İlk çıkan beslenme modeli ile son çıkan beslenme modeli arasında nasıl farklar var? Eskiden nasıl besleniyorduk, şimdi neye dönüştü? Aradaki farklar neler?
Bilgilerin daha ulaşılabilir olması ve diyet konusunun herkes tarafından konuşulmasıyla ve bazı başlıklar altında henüz geçerliliği tespit edilmemiş beslenme tarzına bürünülmesi diyebilirim. Eskiden ‘rejim’ kelimesini etrafımızdan çok duyardık. O zamanlarda temelde azaltılması gereken ilk şey karbonhidrat ve şekerdi. Bunlar yasaklanarak deneyimleniyordu. Şimdi kendi uygulamalarımda yasakladığım herhangi bir besin grubu yok. Şeker, meyve, süt ürünleri, karbonhidrat kısıtlamadan program hazırlığı yapıyorum. Üniversitede ‘Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nde böyle kısıtlanmış içeriklerle ilgili bir ders ve konu görmedik, işlemedik. Detaylandırayım; okulda kürler, karışımlar, şok diyetler, detoks tarifleri gibi şeylerde görmedik.  ‘Bilmem ne hızlandıran çay’ diye söz edilen başlıklarda bir konu da görmedik. Okulda işlediğimiz konular için örnek vermek gerekirse; ‘diyabeti olan veya hipertansiyonu olan hastalar nasıl beslenir? ‘’ Enfeksiyon hastalıklarında sindirim sistemi hastalıklarında nasıl beslenilir?’’ gibi konuları üzerinden eğitim aldık. Hiçbir zaman ‘’Bugün zayıflama öğreniyoruz’’ konusu işlemedik. Biz hiçbir zaman kan değerinde problemi olmayan danışanı zayıflatmaya yönelik bir ders programı üzerinden değerlendirmeyi öğrenmedik. Okulda 3.sınıfta iken diyet listesinin nasıl yazıldığını öğrenmeye başladık. Bu listeler genelde hastalık vakaları üzerinden planlanan listeler oluyordu ve çoğunda kilo de eşlik ettiği için ‘zayıflama’ üzerine de planlama yapılıyordu.

Medya diyetisyenliği diye bir konu konuşsak, abartmış olmayız. Bunlar o demek maalesef. 

Örneğin ‘glutensiz diyet’ sadece çölyak hastalarına önerdiğimiz bir beslenme türüdür. Şimdi piyasada ‘glutensiz’ başlığı altında fazlaca uyaran var. Elbette bazı hastalıklarda gerekli görüldüğünde belli dönem beslenmeden çıkabilir ancak bunu detaylı irdelemek lazım. Çünkü sanılanın aksine glutensiz beslenmesi gerekli olmayan kişilerde gluteni kesmek faydadan çok zarar sağlar.

Doğru diyet nasıl olmalıdır?
Kişinin ihtiyaçlarını fizyolojik ve psikolojik olarak karşılamalıdır. Kişiyi mahrum bırakmamalı ve çok kısıtlayıcı olmamalıdır. Danışanlar bir şeyden kısıtlanıp, mahrum bırakıldıkları an kısır bir döngünün içinde kalıyor ve hep yeniden başlamak zorunda kalıyor. Mutlaka lifi, karbonhidratı belli oranlarda, kişinin ihtiyaçlarına göre değişen oranlarda olmalı. Okulda öğretilen en basit bilgi; %50-60 oranında karbonhidrat tüketimi oluyor. Protein %12-15, yağ oranı ise %25-30 olarak öğretildi. Bugün bu pratikte oldukça zor. Bu karbonhidrat oranı çok yüksek. Özellikle zayıflama sürecinde. Fakat bu oranlar şu an %5-10 bandında olduğunu düşünüyorum. Protein ve yağ çok arttı, karbonhidrat çok azaldı. Bununla birlikte eklemek isterim ki, bağırsak problemlerinde ciddi artışlar var. Kısaca kişinin ihtiyacını karşılayacak karbonhidrat-protein-yağ dengesine dikkat ederek besleyici ve dengeli programlar kişinin sağlığı için en ideal programlardır.

Sporcu beslenmesi nasıl olmalıdır?
Öncelikle yapılan spora göre değişiyor. Haftada iki gün kendini daha iyi hissetmek, sıkılaşmak ve sağlıklı yaşamak için egzersiz yapan biriyle, futbol maçına hazırlanan birinin beslenmesi çok farklılık barındırıyor. İkisini de ‘sporcu beslenmesi’ adı altında değerlendirmemiz doğru olmaz. Ayarlanması gereken şeyler; ara ve ana öğünlerin saatlerini planlamak ve içeriklerini düzenlemek. Spor öncesi derin bir açlık seviyesi ile gitmemek. Özetle öncesi ve sonrası programını hazırlamaktır.  Fakat bir sporcu günün çoğunluğu antrenman yaparak ve mücadeleye hazırlanarak geçiriyorsa daha ciddi bir beslenme modeli gerektirir. Besin takviyeleri, su tüketimi, enerji veren özel içecekleri kullanmaları çok iyi ayarlanmalıdır.  Sporcu beslenmesi okulda seçmeli dersimizdi ve saatlerce gördüğümüz bir içeriği yoktu. O nedenle atletik/olimpik sporcular beslenme programı için bu konu üzerinde uzmanlaşmış birinden destek alması en doğrusu olur. Ancak şunu söyleyebilirim ki, sporcu birinin kesinlikle karbonhidratı sıfırlamadan beslenmesi gerekir. Protein ve lif uygun oranlarda olmalıdır.Gıda takviyelerine bakış açın nedir ve nasıl kullanılmalıdır?
Gıda takviyeleri günümüzde elimiz kolumuz oldu. Beslenme programlarında ekmeğe, peynire, ihtiyaç duyduğumuz kadar desteklere de ihtiyaç duyar hale geldik. Gün geçtikçe ulaştığımız besinlerin içerikleri fakirleşiyor. Kitaplarda yazan vitamin- mineral değerlerine bugün ulaşmak çok zor. Hadi ulaştık diyelim sağlıklı bir bağırsağımız olmadan onlardan faydalanmamız neredeyse imkansız. Genel örneklerle açıklamak isterim; demir eksikliği olan birinin demir vitamini tüketmesi, b12 eksikliği olanın b12 vitamini tüketmesi gerekir. Basit, nokta atışı tespitlere önerilerde bulunurduk eskiden. Kan değeri ve semptomlara göre ayrıca doktorun konsültasyonuna göre planlama yapılırdı. Bugün çokça değişik şekillerdeki eksiklerimize, değişik başlıklar altında besin takviyeleri mevcut. Uykusuzluk, regl gecikmesi, polikistik over gibi durumlarda bile artık besin takviyeleri konuşuyoruz. Özetle gıda takviyeleri kıymetli fakat dozunda oluşu önemli. 

Özellikle pandemi sürecinden geçmiş herkesin, masa başı çalışanlarının, hareketsiz bir yaşam döngüsünde olanların veya psikolojik olarak destek alan herkesin besin takviyelerinden desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Stres faktörü vücuttaki dişli çark mekanizmasının ortasında rol alan önemli unsurlardan. Vücutta birçok şeyin eksikliği elimimi, sistemin doğru ilerlemesinde stres yönetiminde oldukça önemli rol oynuyor. E malum günümüzde stressiz bir kişi dahi kalmadı.  

Bunlar da bir yana birçok insanda eskiden ‘’normal-geçer’’ algısı varken şimdi 'nasıl bu semptomları en aza indirir, yaşam kalitesini daha da arıttırır’’ onu konuşuyor. Eskiden polikistik over sendromu için pek bir beslenme önerisi verilmezken, ilaç ile yaşam devam ettirilirken şimdi inositol-magnezyum-omega3 gibi önemli takviyeler ile bu hastalığı ortadan kaldırmak bile mümkün olabiliyor.

Fitoterapi nedir ve dünyada uygulaması nasıldır?
Bitkilerle tedavi demektir. Anadolu’da çok fazla bitki çeşitliliği vardır ve topraklarımızda yetişen bitkiler fitobileşenler açısından oldukça zengindir. Bu uygulamalar ’halk ilaçları’ olarak da geçer. Köylerde uygulanan formatlar gibi fakat araştırma ve geliştirme çalışmalarıyla, arkası desteklenerek ortaya çıkan bir bilim dalı diyebiliriz. Fitoterapi bölümü eczacılık fakültesinde yer alıyor. Aromaterapi, fitoterapi bunların hepsi eczacılık fakültelerinde okutulan alt dallar olarak öğretilir. Örnek verecek olursak; hepimiz mutlaka hayatımızın bir anında gaz- sindirim problemi yaşamışızdır. Hemen nane limon kaynatmak gibi bir geleneğimiz de  vardır ya da soğuk algınlığında ıhlamur içmek, anne sütü artışı olsun diye rezene çayı içmek gibi… Oldukça basit, hepimizin evinde bulunan bitkilerdir bunlar. Besin destekleri de fitoterapi alanında değerlendirilir. Bitkisel çaylar, kürler, detokslar da…

Bunun da maalesef şarlatanlığa kaçan tarafları yok değil. Bir ilaç gibi veya tek çare gibi göstermek asla doğru değil. Bunların hepsi destekleyici tedavidir. Kesinlikle belirtmek isterim. Alternatif asla değildir. Alternatif tıp bambaşka bir konu. Fitoterapi alanı tamamlayıcı nitelik taşır. İlaç ve tıp uygulamaları yapılır ardından fitoterapi ile desteklenir. Eli güçlendirmek gibi düşünebiliriz. Tedavi süreci desteklenmiş olur. Bitkilerin gücünden destek almış oluyoruz. Fitoterapi günümüzde daha çok ve pratik olarak bitki çaylarından alarak uyguluyoruz. En basit haliyle hazırlayabileceğimiz en kolay ulaşabileceğimiz şey bitki çayı yapmaktır. Buradan en önemli şeyin tabii ki doğru bitkiye ulaşmak olduğunu söyleyelim. Asıl en zor kısmı bu çünkü.

Benim aklıma cadılar geldi Elif. Otlarla, kelimelerle, karışımlarla aslında enerjilerin etkisini kullanarak bulundukları zamanları etkilemeyi başarmışlar. Öldürülme sebepleri bu bile olabilir belki?
Kesinlikle mantıksız değil. Cadıların bulundukları alanlarda fark ettiysen kitapların çok olduğu kütüphaneler ve bitkiler vardır. Belirli fanusların içinde belirli oranlarda karışım yaparlar. Ütopik bir yerden yaklaşıyoruz ama biliyoruz ki, bitkilerle karışım elde ediyorlardı. Amaç nedir, kişiyi ve hastalığı iyileştirmek. Eski dönem filmlerine veya hikayelerine bakarsak fitoterapiden anlayan birçok kişiye cadı etiketlemesi yapılmaktadır. Gerçi filmlerde daha farklı karışımlar da yapılıyor; kurbağa bacağı, yılan dili vs. Yine söyleyeceğim şey mantıksız değil, zehri seyrelterek tedavi etme şekli var günümüzde. Aslında bunun bir ismi bile var ‘homeopati’. Hastalığa bağlı olarak gelişen zehri seyrelterek hastaya uygulamak ile ilgili bir tedavi sürecidir. Bazı aşılarda benzer mantıkla ve sistemle yapılmaktadır. Almanya’da ve özellikle doğu tıbbında fitoterapi kendine yer bulabilmiştir. Bugün ayurvedik beslenme ve çin tıbbı dediğimiz baharatların, otların olduğu karışımların çıkış noktası budur. Almanya özelinde konuşursak eğer, insanların alım gücü ile ilgili çok büyük bir fark var. Edinmek daha kolay.

Alternatif bir tedavi yöntemi olmadığından söz ettin. Peki tam olarak nedir ve ek olarak ilaçlarla etkileşime giriyorlar mı?
Alternatif değil tamamlayıcıdır. Alternatif demek var olanı yok saymak ve sadece bu yöntemi kullanmaktır. Evet bu niyetle de kullanan insanlar var ama ben doğru bulmuyorum. Fitoterapi destekleyici, tamamlayıcı bir tedavidir. Bitkisel tedavinin ilaçlarla tabii ki etkileşimi vardır. Sadece bitkilerle yok, besinler ile de etkileşimi söz konusu. Zerdeçaldan örnek verelim; zayıflatma ve bağışıklık güçlendirme etkisi ile çok anılıyor. Fakat şunu eklemem önemli zerdeçal ile ilgili; safra salgısını arttırdığı için eğer tüketen kişide safra taşı varsa bunda artışa ve yoğunlaşmaya neden olabiliyor. Neredeyse ölümcül bir noktaya bile ulaştırabilir. Halbuki kolay ulaşılabilir, faydalı ve masum bir baharattır. Bu anlamda kimin ve ne için kullandığı çok önemlidir. İlaçlarla etkileşimi ise oldukça mümkün ve iyi planlama yapılmalıdır. Tabii ki bir kupa bardakla bitki çayı içildiği için kimse ciddi zararlar görmez fakat doğru bitki doğru demleme yöntemleri, doğru saklama koşullarında olmalıdır. Çünkü kar-zarar ölçeğinde değerlendirilmelidir. Bu ayar oldukça incedir. İlaçla zehri ayıran şey dozdur. Fitoterapide de bir besinin ilaç ve bitkisel destek sunması tamamiyle dozuna bağlıdır. Hatta bugün eczanelerde satılan birçok ilacın etken maddesi fitobileşenlerdir. Bugün alzheimer için kullanılan tebokan ilacı aslında ginkobiloa ekstresidir.

Amerikan yerlileri ve eski Yunanlılar yüzyıllar önce, birbirlerinden bağımsız olarak söğüt ağacının kabuk ve yapraklarının ağrılara ve ateşe iyi geldiğini bulmuşlardır. 1828 yılında Münih’te Johann Bucher isimli araştırmacı söğüt ağacının kabuğundan çok düşük miktarda salisin izole etmeyi başarmıştır. Latince salix (söğüt) sözcüğünden gelen salisilik asit adı ilk olarak 1838 yılında Piria isimli araştırmacı tarafından kullanılmıştır.

Salisilik asit ise bugün sentetik olarak coraspirin olarak piyasada bulunan ilacın etken maddesidir. Kan sulandırıcı bir ilaçtır. Belli bir yaşın üzerinde olan veya kalp-damar hastalığı olan birçok kişi için, doktorlar tarafından reçete edilen, günümüzde neredeyse herkesin evinde bulunan yaygın bir ilaçtır.

İlaçların çıkış noktasına baktığımızda öncesinde insanların bitkisel karışımlar ile birçok hastalığı önlenmiştir ve ilaç etkisi göstermiştir. Şifacıların olduğu dönemleri örnek vermek mümkün. 

Fitoterapi bilinenden daha uzun ve köklü zamanlara dayanıyor ve eczacılığın temelini oluşturuyor. O zamanlar laboratuvarlar veya kimyasal bileşenler bu kadar pahalı değildi, teknik malzemelere erişmek mümkün değildi. Halk bir şekilde, büyüklerinin deneyimlerinden gözlemlerle bazı bitkileri bazı hastalıkların tedavisi olarak kullanıyordu. İşe de yarıyordu. Bugün ise hâlâ Anadolu halk ilaçlarından öğreneceğimiz ve araştıracağımız birçok konu var.

Hangi hastalıklarda kullanılmaktadır?
Aslında birçok hastalığı saymam mümkün; kan şekerini düzenlemek için birçok bitki var. Kolesterolü, hipertansiyonu dengelemek için kullanılan bitkiler ve yöntemler var. Antikanserojen birçok bitki var. Sindirim sistemini içeren birçok bitki var. Aslında biz ne için kullanırsak onu tespit edip, tepki vermeye başlıyor vücutta. Önemli olan mutfağımızda ve soframızda bulundurmak. Günlük hayatta hiç problem yokken canımız istiyor diye ıhlamur içebiliriz fakat soğuk algınlığı zamanımızda içerisine konulan ıhlamur miktarını değiştirmemiz gerekir. Diğer bitkiler gibi. Tarçının tadını seviyor olabiliriz çaya veya suya ekliyor olabiliriz. Fakat şeker hastalığına dair bir sorun varsa özellikle kullanmak gerekir ve doz uygulaması yapmalıyız ve mutlaka doktora danışılmalıdır. 

Doza göre kullanım amacı da değişiyor bazen. Bunu yeşil çay örneği ile anlatmak isterim.

1 çay kaşığı (2 gr) yeşil çayı 5-6 DK 85-90 derece suda demleyerek elde ettiğimiz çayı tükettiğimizde kan şekerimiz dengelenir, metabolizma hızlanır, iştah kontrolü sağlanır. Vücuttan serbest radikalleri temizler. Birçok etki yapar kısaca. Ancak çayı aynı şekilde 5-6 dk yerine 15 dk demlediğimizde ishal kesici bir özellik gösterir. Mucize gibi değil mi? 

Örneğin simemaki, doğru dozda ve sıklıkta kullanıldığında kabızlık şikayetini çözer. Kronik kabızlık ise kolon kanseri oluşumu için risk faktörleri arasındadır. Sinemaki dışkılamaya yardımcı olur. Ancak sürekli ve yüksek dozda kullanıldığında ise kolon kanserine kadar götüren riskli bir tablo sunar.
Beslenme üzerine yeni yıl önerilerin neler olabilir?
Yeni yılda kilo hedefi koymadan sağlıklı beslenmeyi, öğrenmeyi hedefleyin. Hatta hedeflemeyin niyet edin. Geçen okuduğum bir yazıda hedeflemek ve -meli, malı cümleleri kesinlik ifadelerini getirdiği için yıpratıcı ve zorlayıcı bir durum yarattığını, mükemmelliyetçi olma duygusunu tetiklediğini okumuştum. Niyet etmek ise daha şefkatli ve esnek bir yerden kendimizi hırpalamadan daha konforlu bir alan tanımış oluyor. 

Genel olarak önerebileceğim şeyin ‘su’ olduğunu söylemek istiyorum. Su tüketimi çok kıymetli. Yağ yakmak istiyorsanız, acıktıysanız, baş ağrınız varsa, mideniz bulanıyorsa her an her durumda su içmelerini öneriyorum. Vücudun ihtiyacına yönelik olarak kesinlikle ilk ve her an suyu öneriyorum. Sofralarda bol miktarda sebze, meyve, tam tahıllar, kuruyemiş, proteinleri, et ve süt ürünleri, lif içeren gıdaları eklemelerini isterim. Bu sene sofralarımızda daha çok gökkuşağı renkleri olsun. Bitkilerin şifalı güçlerini de öneriyorum ve elbette bol egzersiz, bol hareket diyorum. Bedeninize ve ruhunuza ne iyi geliyorsa onu bulun ve yapın. Bence en büyük şifa bu. 

Elif Keloğlu Küçükaslan’a verdiği bilgilerden dolayı ve ışığı ile yansımamızı bir araya getiren fotoğraf sanatçısı Dilara Yavuz’a teşekkürlerimi borç bilirim. 

Sevgiler ve sağlıklı günler olsun…

Bu yazı toplam 30292 defa okunmuştur.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 1971-2023 Dersim Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0 (428) 212 10 16 | Faks : 0 (428) 212 10 16 | Haber Scripti: CM Bilişim