Jele ve babası bir ata binerler, dağlara çıkarlar, inerler dur durak bilmeden giderler. Niyetleri ulu divana varmak orada yaşadıklarını kırklara anlatmaktır, ancak öyle bir yere gelirler ki dağlar biter.
Haydar KARATAŞ
Jele ve babası bir ata binerler, dağlara çıkarlar, inerler dur durak bilmeden giderler. Niyetleri ulu divana varmak orada yaşadıklarını kırklara anlatmaktır, ancak öyle bir yere gelirler ki dağlar biter.
Babası Jele’ye döner, der, “yavrum kader bizi bu dağa getirdi, ama rüzgârlar dahi burada yönünü şaşırmış. Kuşlar çekip gitmiş.”
Tabii bunları yazarken ah diye iç çekiyorum, keşke okuyabilseydiniz de ben de sizlere Dersimlilerin bu yaradılış hikâyesini Zazaca dilinde anlatabilseydim.
Ama ille de ille bu hikâyeyi babamın sesinden dinlemenizi isterdim.
O yıllar bizim için masaldan yıllardı. Evimiz üç odalı iki katlıydı, alt katta keçilerimiz kalırdı üste biz. Ancak kış günleri arka iki odada it dahi duramazdı, öyle soğuk olurdu. Kuling Vadisi’ne bakan ön çardak balkonu akşam kardan temizleyin, sabah kalkın bir metre kar, çok yağardı.
Kışın oturduğumuz oda Sıncık Dağı’na, yani batıya bakardı. Bu odanın, biz çocukların gömmesinde oturacağı dört koca penceresi vardı, akşam güneşi en son bu odanın pencerelerinden çekip giderdi. O güneş gider gitmez, Erzincan sobasına odun doldurulur ve gaz lambası söndürülürdü. Fakirlik.
O lamba söner sönmez sağlı sollu babamıza sokulur, onun tütünden ve kederden sararmış bıyıklarına, piposuna tütün dolduran parmaklarına bakardık. Teneke sobadan çıkan yalımlar bir yüzüne bir gözlerine vururdu. Annemse her zaman olduğu gibi bizden bir kaç adım uzakta sobanın diğer tarafına oturur, dudaklarını kıpır kıpır ederek çorap örerdi, bazen anlaşılmaz desenli, üstünde Şahmeranların atlarla yarışa kalktığı yastık yüzleri yapardı.
Onun öyle yanda oturduğuna bakmayın, kulağı anlatılan masaldadır, anlatılan masalın bir yerinde hata yapılsın. Muzip bir çocuk gibi araya karışır, babama, “teyy bu bunadı,” derdi. Hayda, bizler dalmışken o rüyaya birden bir kavga başlardı. Her şey denmeli ama babamıza masalı karıştırıyor denmemeli. Bu söz münakaşası sonrası laf aramızda annem iki üç günlüğüne evi dahi terk edebilirdi! Ama karlar esir almışsa dağı taşı ve başlamışsa bizim topraktan tarihimiz, taş duvarların arasında cırr, cırrr diye öten çekirgeler dahi susar masalı dinlerdi.
İşte o zaman Şahmeranları at figürleriyle dövüştüren annemiz masala efsun-i bir tat dahi kadardı. Masalın cengleme nakaratını söylerdi. Anlamadığım şeylerden biri de buydu, bizim evde anlatılan masallar Be-So dilinde anlatılmasına rağmen o ara cengeleme nakaratı neden Kürtçenin Dersim lehçesi olan Here-Were dilinde söylenirdi?
Tabii anneme sorarsanız tanrı bütün dilleri dağıtmış elde bir Zaza dili kalmış, kime vermişse ikinci gün alıp geri gelmiş, sonra tanrı bakmış Dersim milleti dilsiz, çağırmış o dili de bize vermiş! Bazen de tersini söylerdi, derdi Hızır’ın diliymiş, Hızır bize vermiş ama kıymet bilmemişler.
Jele’ye geri dönecek olursak bu masalın öncesi de var elbet, Kenan ülkesinde yaşarlardı. Ancak orada felaketlerden bir felaket yaşanmıştı. Jele babasıyla dağlar ovalar geçiyordu. Onların geçtiği yollarda toprak ateştendi, sular çamurdan, hiçbir yer onlara gün yüzü göstermiyordu. Vardıkları her dağ onları alıp başka bir dağa savuruyordu. Ve birden dağların son bulduğu bir tepeye geliyorlardı. Bu dağda rüzgârlar alabora olmuştu.
Jele’nin babası, “Yavrum dizlerimin takati kesildi. Bu dağları çıkarken sen genç bir kız oldun, ben yaşlandım. Görüyorsun cenabı hak bizi getire getire bu kuru dağa getirdi, burada rüzgârlar dahi yönünü kaybetmiş.” Bir taşın kovuğuna girip uyurlardı.
Onlar uykuya daldığında masalın birinci kısmı biterdi ve araya annemizin cenglemesi girerdi, “Le Jele mı, Le buka mı?… İyi bak babanın yüzüne, burası dağların sonu, rüzgârların katıdır.”
Ve önlerinden geçen rüzgârlar onlarla konuşmaya başlardı, “Ey insan evladı nereden gelirsin nereye gidersin, pirinç dünyasından mı, yoksa buğdaylar ülkesinden mi gelirsin? Yoksa siz de benim gibi yolunuzu mu şaşırdınız?”
Baba, “Güzel rüzgâr, ılık rüzgâr kızıma bir murat ararım, bilir misin murat veren dağı?”
O rüzgâr, “Zamanım yok, arkadan yağmur dünyasının rüzgarı gelir bilirse o bilir.” O rüzgâr kayalar içinden inleyerek geçip gider. Onu takiben bir başka rüzgâr gelir.
On iki rüzgâr gelip giderdi. On ikinci rüzgâr küçük bir serçe kuşunu önüne katmıştır. Kuş rüzgârdan korunmak Jele’nin şalvarını siper alır.
Jele, “Baba, bilse bu kuş bilir benim muradımı. O da bizim gibi yetim.”
Sorarlar, güzel kuş derler bilsen sen bilirsin, bir memleket ararız, kederden uzak, acıdan öte.
Serçe kuşu dile gelir ve Jele’nin babasını şunu söyler:
“Ben de senin gibi yuvamı en yükseğe kurayım dedim, bir rüzgâr aldı beni dağdan dağa vurdu, ovalardan alıp denizlere attı. Burada rüzgârların tanrısı oturur, aşağıda Veziristan derler bir şehir var. İnsanları yıllar yılıdır kaçar, bilirse onlar bilir.”
Veziristan şehrinin yolunu tutarlar. Burada, İsmail Peygamberin torunları yaşamaktadır.
Burada kendilerine bir kulübe yaparlar. Baba pars toplamaya gider, Jele akşam babasının getirdiği şeylerden yemek yapar.
Ama bir gün ziyarete giderken on iki düvelden kalkıp gelen rüzgârlar alabora olur, dağ nefes alıp verirken Jele’yi kapar ve dağların ovaların üzerinden uçurarak Habeşistan çölüne düşürür.
Jele ve babası Kenan ülkesinden çıktığında arkasına düşmüş kötü insanların içine geri düşer. Üç gün üç gece kaçar, arkasındaki kalabalık arttıkça artar, en sonunda yaşlı Pirke’nin kapısından nefes nefese içeri girer.
Pirke, “Yavrum 400 yıldır seni beklerim, yaşlandım. Gelmezsin diye korktum, şimdi bu alageyiğe bin. Arkana düşmüş bu erkeklerin nefesini ensende duyacaksın, sesleri kulaklarında ama sakın arkanı dönüp bakma, arkana bakarsan seni yakalarlar.”
Jele’yi dışarı çıkarır ve Halep yoluna sokar. Der, “Bu geyik seni alır Halep yolu üzerinde tek başına yaşayan Keşiş’in evine götürür. Arkana bakmaz o keşişe kadar gidersen o keşiş senin nasıl kurtulacağını söyler.”
Yeniden cengleme söylenir ve geyiğe binmiş Jele arkasında atlı erkekler, ha yakaladı yakalayacak giderlerdi. Çöldü, susardı, çok susardı ve en sonunda Keşiş’in evine gelirdi.
Ama bu böyle olur mu, mitoloji mitolojiye bağlamalı hayatı. Burada nefes alınır, annemiz ve babamız işaret parmaklarını yay yapıp dudaklarına götürür; masal dışı bir parantez açarlardı, “Bu keşiş Hz. Hüseyin’in başını saklayan keşiştir,” derlerdi. Tabii ben de bir parantez açayım, olur da o hikâyeyi, yani İmam Bakır hikâyesini anlatırsam Ermenilerle Alevilerin arasında neden soğan zarı kadar bir fark olduğunu da anlatmış olacağım. O mesele de o hikâyededir.
Jele Keşiş’e gelirdi. Keşiş elbiselerine varana dek tarif edilirdi. Jele’ye beyaz bir elbise giydirirdi, onu dışarı getirir ve ona şunu söyler: “Yavrum senin kaderin kuzeydedir, önüne çok köyler, birbirinden güzel şehirler, ovalar çıkacaktır. Sana o köylerin, şehirlerin insanları, altın taslarda, gümüş fincanlarda sular sunacaklardır. Sakın bu sulardan içme, önüne bir ırmak çıkacak, o birinci sudan da içme bu suların hiç biri senin hakkın değil, ama önüne çıkan ikinci ırmak senin hakkındır, iç. Eğer sana sunulan bu sulardan içersen, seni içeri davet eden, sana altın taslarda sular sunan bu insanların arkana düşmüş kötü insanlar olduğunu göreceksin.”
Jele’yi yola sokardı ve Jele’nin yeniden yolculuğu başlardı.
Sahiden de hangi köyden geçerse ona, Keşiş’in söylediği gibi altın taslarda, gümüş fincanlarda sular verirlerdi. Jele susuzluktan çatlardı ama içmezdi. Bazen elini uzatırdı, yorgunluktan yerlere düşerdi, ama içmezdi. Hikâye uzun, ancak birinci ırmağı kan ter içinde geçer, ikinci ırmağa varırdı.
Jele’nin geyiği bu ikinci ırmakta dururdu Jele tam eğilip bu sudan içerken etrafını o kötü adamlar sarardı. Tuzağa düşmüştür, ama mucize biter mi, Hz. Musa’nın elindeki baston denizi ikiye yardıysa bizim Jele’ye de bir imdat yetişirdi.
Berrak, süt gibi apak bir su gelip bu nehri bıçak gibi ikiye yarar, Jele’yi alıp bu tarafa atardı, kötü adamlar ise nehrin öbür tarafında kalırlardı.
Jele kendisini kurtaran bu iyi suyun nereden geldiğini merak ederdi. O suyu takip ederken derin bir sessizlik olurdu, dağlar kapılarını açar Jele’yi Munzur nehrinin doğduğu kırk gözeye getirirdi.
Orada tuhaf şeyler olurdu. Ancak masalın bu birinci kısmını şöyle yorumlamak lazım: Jele’nin çıktığı ilk dağ, yani rüzgârların katı pirinç dünyası ve buğday insanlarının gelip birbirine karıştığı yerdi.Oradan ovalara indiğini anlıyorum, ancak kültürel çatışma yaşamış ve Keşiş bir dağdan gelen bu genç kadını başka bir dağa yani Dersim’e gönderirdi.
Birinci su, Arion Irmağı’dır o hakkı değildi, ikinci su Fırat’tı, Fırat hakkıdır, ama kötü padişahların adamları o nehri almıştır. Bu nehri gelip ikiye ayıran keskin, berrak su ise Munzur’dur.
Yeryüzünün bütün halkları kendilerine bir yaradılış hikâyesi anlatmışlardır. Bu hikâyeyi okurken Deli Dumrul hikâyesini şöyle bir düşünün derim, burada kadın kaçmaktadır. Orada Deli Dumrul İslam yolunu seçerken, kadını eve kapatmaktadır. Türkler hâlâ Müslümanlaşmak için kafa göz kırarlar, Erdoğan meydanlarda ben sizden daha çok Müslümanım der, kadını erkek ne kadar deli olursa olsun önünde diz çöker. Arap şeyhlerinin kızları, eşleri Marmaris’e gelip sere serpe açılmak ister, bizimkiler kapanmak ister. Dersim’in Jele’si kaçmıştır, ama bakalım ne olacak. İnsan kendini var ederken masalını da var etmiştir. Dil, inanç, gelenek o var etme hikâyesi içinde oluşmuştur. İnsan ilişkilerimiz de oradadır, toplumların gaddarlıklarının dahi o masallarda gizli olduğunu düşünürüm. İngilizlerin yaradılış hikâyesi Beowulf’u okuyun, İngiliz sömürgeciliğini görürsünüz, ya da Almanların Nibelunga Saga’sını…
BirGün Pazar