İki Tutam Saç-Dersim’in Kayıp Kızları (2010) ve Hay Way Zaman (2013) belgesel filmleriyle Dersim Katliamı tartışmalarına ilişkin farklı bir pencere açan Yönetmen Nezahat Gündoğan, Vank’ın Çocukları belgeseliyle bu tartışmasını sürdürüyor. Belgesel film, 1915 Ermeni soykırımında sağ kalan Dersimli Ermenilerin 1937-38 Dersim Tertelesi’nde ve sonrasında yaşadıklarını anlatıyor. Gündoğan, belgeselde, sağ kalan fakat köklerinden koparılan Ermenilerin izini bulmak için Konya, Bolu, İstanbul, İzmir, Dersim’de iz sürüyor ve kayıt altına aldığı görüşmeleri öyküleştirerek izleyiciyle buluşturuyor.
Galası yapılan belgeselin Yönetmeni Nezahat Gündoğan’la görüştük. “Köklerinden koparılmış Ermeni kızının hikâyesinden yola çıkarak, Ermenilerin yaşadığı köye, onların ibadetine, tarihine dair kısa bir değini yapmak istedik” diyen Gündoğan, Dersim’i bir halklar yurdu olarak görüyor. Dersim’de sadece Kürtler, Aleviler, Zazalar, Türkmenler değil, Ermenilerin de köklü bir halk olduğunu anlatan Gündoğan, soykırımdan geriye kalanların ise zorlu bir yaşam mücadelesi verdiğini belirtiyor. Ermenilerin ötekilerin ötekisi olduğunu anlatan Gündoğan filmin öyküsünü şöyle anlatıyor: “1915 başlı başına bir olay. 1938’e dair biz tanıklarla konuşurken, hep sorularımızın bir parçasını bunlar oluşturuyordu. Ermeniler nerede yaşadılar, nasıl yaşadılar, kimlerdi, geriye ne kaldı gibi sorular vardı. Hatta, Dersim’in Ermeni kayıp kızı var mı acaba? Aslıhan Kiremitçiyan’ın öyküsüne rastlıyor olmamız, bizi o anlamda heyecanlandırdı. Çünkü bu bir tanıklık. Çok somut bir yaşanmışlık var. Dolayısıyla bizim en büyük belgemiz insan ve onun öyküsü. Hızlı bir şekilde onun peşine düştük ve film ortaya çıktı.”
YOK EDİLEN MANASTIR
Belgelesel konu olan Halvori Surp Garabed Vank’ın (Aziz Garabed Manastırı) yok olma sürecini ise Nezahat Gündoğan şu sözlerle ifade ediyor: “İlk 1937’de bombalıyorlar.1938’de tamamen yakıp yıkıyorlar. Duvarlar kalıyor. Resmi ideoloji zihniyeti, geçmiş kültürlere dair izlerin kalmaması için özellikle hazine avcılarının önünü açıyor. Ve Dersim’de bu manastırdan geriye kalanlar hazine avcıları tarafından talan edilmiş. Oradaki değerli taş götürülmüş. Kepçeyle kazılmış. Hiçbir eser kalmamış. Orası Dersim Alevileri açısında da kutsal bir yer. İnsanlar, Hazreti Hüseyin’in parmağının orada gömülü olduğunu düşünüyor.”
Nezahat Gündoğan, Dersim için neden “halklar yurdu” ifadesini kullandığını ise şöyle yanıtlıyor: “Uluslaşma süreci olmadan zaten birçok bölge böyle idi. Dersim’in bu özgünlüğünü biraz korumasının nedeni kendi coğrafi ve kültürel özelliğinden kaynaklı. Burada iç içe yan yana yaşabilmişler. O yanını koruyabilmişler. Hala da bugün onun izlerini görebiliyoruz. Ama sonrasında Anadolu’ya baktığımızda tek tipleşme çok ön plana çıkıyor. Dersim’in bu denli bir katliam merkezi olmasında da halklar yurdu olması gerçeği var. Tek tipe uymayan yer diyebiliriz Dersim için”
BELGESELİ GÖREMEDİLER
Belgeselde hikayeleri anlatılan Aslıhan Kiremitciyan ve Sultan Demir belgeseli göremeden yaşamlarını yitirmişler. “Filmi izlemelerini çok isterdim” diyen Yönetmen Gündoğan duygularını şu sözlerle ifade ediyor: “Onların burada bu kalabalıkla konuştuklarını ve insanların tepkisini görmelerini çok isterdim. Anılarını paylaşırken, anlatırken bile birazcık olsun rahatlıyorlardı. İnanıyorum ki bugün bu salonda olsalar çok daha iyi hissederlerdi. Geçmişleri ve kimlikleriyle değer görmeleri onlar için mutluluk olacaktı.”
‘GERÇEĞİ KENDİLERİNDEN BİLE SAKLIYORLAR’
Belgeselin neden izlenmesi gerektiğine dair sorumuza Nezahat Gündoğan’ın verdiği yanıt ise çarpıcı noktalara temas ediyor : “Resmi tarihin ne kadar hakim olduğunu biliyoruz. Onun sarsılması açısından önemli. İnsanlar tek taraflı bir doğru öğrenmiş ama bunun yaşamda karşılığı olmadığını görecekler. Yani bizim Türk bildiğimiz, bizim Sünni bildiğimiz insanların (ki kızı yıllarca öyle biliyor) gerçek hikayesi 2010’da ortaya çıkıyor. Aslında geçmişin nereye dayandığını görüyor. Herkesin Türk ve Sünni olması mümkün değil. Doğal sürecinde olabilir. Ama bizim ülkemizde hep zorla, baskıyla, tek tipleştirmeyle yapıldığı için insanlar bu gerçeği ifade edemiyorlar. Gerçeği kendilerinden bile saklıyorlar, çocuklarından bile saklıyorlar. Bu nedenle Dersim’e dair yaptığımız bütün çalışmalarımız bir biçimde soru işaretleri yaratıyor, tartışma yaratıyor. Başka bir açıdan bakmayı yaratıyor. Geçmiş kimliğini bilmeyenler izlediklerinde, kendilerinde de bir iç içe geçmişlik göreceklerdir.”
Beş buçuk yıla varan çalışmada, belgeselin her aşamasında yeni şeyler öğrendiklerini anlatan Gündoğan, “İnsanlara dokunmak, hissetmek farklı bir şey. Kitaplarda bunu okumak, teorik olarak bilmek farklı ama bizzat dinlemek, dokunmak, hissetmek çok daha farklı” diyor ve belgesel çalışmasını şu sözlerle tanımlıyor: “İnsani olarak bizi sağlamlaştıran ve yerli yerine oturtan bir süreç diyebilirim.”
‘İNADINA GERÇEKLERİN PEŞİNDE KOŞMAK GEREK’
Belgeselin, her şeyin tekleştirilmek istendiği ve bunun anayasa değişikliğiyle pekiştirilmek istendiği bir döneme denk gelmesini ise Yönetmen Nezahat Gündoğan şöyle yorumluyor: “Bugünkü zihniyet de çok farklı değil, o açıdan bu tür belgesel çalışmalar çok önem kazanıyor. İnadına daha fazla üretmek gerekiyor. İnadına daha fazla gerçeklerin peşine düşmek gerekiyor. Geçmişle bugünün bağını hiç koparmadan ele almak gerekiyor. Tamda şimdi daha çok sanat yapmanın, daha çok bilim yapmanın, üretmenin zamanı. Bizi kurtaracaksa üretmek kurtaracak, gerçeklerin kendisi kurtaracak. İçinde bulunduğumuz kuşatılmışlığı da ancak kah birey kah toplum olarak üretimlere sıkı sıkıya sarılarak kırabilriz.”