Söz konusu insan ve insan davranışları olunca konuların çok yönlü ele alınması gerektiğini düşünüyorum ve tüm çabalara rağmen hiç bir zaman mutlak gerçeğe varılamayacağına inanıyorum. Bu nedenle artık kolaylıkla erişebileceğimiz bilgileri sunmaktan ziyade, nedenleri ile alakalı çoğumuzun az çok bilgi sahibi olduğunu düşündüğüm İntihar konusunu farklı bir şekilde değerlendirip sunmayı tercih ettim.
“intihar başkalarının mantıksal sonucu değildir”
Albert Camus’nün bu sözünden yola çıkarak, intihar eğilimini düşünmek, sorgulamak, bizlere başka bir bakış açısı sunacaktır. Albert Camus’nün sözü insanların başka birinin intihar eylemine kendilerince mantıksal sonuçlar aramalarının başarısız ve anlamsız olduğunu ifade eder, çünkü intihar sadece intihar eden kişinin mantıksal sonucu olduğunun gerçeğidir. Belki de intihar eden kişileri çoğunlukla anlamakta zorlanmamızın nedeni de budur, kendi mantığımızdan yola çıkıp anlamaya çalışmamızdır. İntihar eğiliminde bulunan, sıklıkla intihar düşünceleri olan bir bireyin bu mantığı onaylaması olağandır ancak intiharı hiç düşünmeyen birisinin anlaması zordur. Tersini düşünürsek, eğer ki intihar başkalarının mantıksal sonucu olsaydı, hayatı boyunca çok zorluk çekmiş, sayısız acılar yaşamış, hayatın hiçte iyimser davranmadığı kişilerin istisnasız intihar etmesi gerekirdi, yani çoğumuzun. Ancak hepimiz intihar etmiyoruz. Dolayısıyla albert Camus'nün dediği gibi “insanın her gün yaptığı en iyi şey intihar etmemeye karar vermesidir”. Bu yaklaşım intiharı cesaret olarak tanımlayanlara, aslında cesaretin bütün "bu zorluklara rağmen hayatı yaşamaktır" cevabını sunuyor.
"Peki ne gerek var? bu kadar zorluğu, kötülüğü yaşamanın ne anlamı var?" diye sorgulayan bireylerin, doğanın döngüsünde var olan yaşam ve ölüm gerçeğini tek yönlü sorguladıklarını ifade ediyor. Doğanın döngüsü içinde tüm canlılar ilkel bir dürtüyle yaşamı devam ettirme çabasını oluşturuyor. Insanın diğer canlılara göre düşünebiliyor ve sorgulayabiliyor olması evrimleşmesini ve gelişimi sağladığı icin ne kadar avantaj olarak görünse de çoğu zaman dezavantaj olarak önümüze çıkıyor (savaşlar, intiharlar, toplumsal sorunlar, ruhsal hastalıklar...). Peki neden bir insan ilkel olan bu dürtüye, yani yaşamı devam ettirme çabasına son verir? Psikanalist Sigmund Freud'e göre ölüm dürtüsünün daha baskın gelmesinden kaynaklıdır. Bu durumda intiharı, kişinin oluşturduğu olumsuz düşüncelerin sonucunda varılan bir karar olarak düşünebiliriz. Her canlı doğanın döngüsünü içinde taşır: doğar - yaşar (gelişir, dönüşür, olgunlaşır) ve ölür. Ancak bu döngüyü sorgulayan, dengesini bozan, tek canlı türü insandır. Eğer ki, Freud’ün savunduğu gibi, içimizde yaşam dürtüsü libidodan kuvvet alıyorsa, hayatın her alanında canlılığı devam ettirmek adına bağ kurmaya, yapıcı olmaya ve üretmeye yönelik düşünür ve davranırız. Ancak eğer ki ölüm dürtüsü saldırganlıktan kuvvet alıyorsa, hayatın her alanında canlılığı yok etmek adına var olan bağları yok etmeye yönelik düşünür ve davranırız. Hayatın döngüsünün içinde zorlukları takıntı haline getirmek yerine akışa bırakmak hırpanlanmamızı ve yaralanmamızı engelleyecektir. Dolayısıyla ölüm dürtüsünü ve saldırganlığı beslemeyecek hayatımıza son vermeyi veya başkasının hayatına son vermemizi engelleyecektir.
Çoğumuz hayatı ve hayatın içinde yaşadığımız zorlukları ayırt etmekte zorlanırız. Bu kontrolsüzlük algıda yanıltıya sebebiyet vererek hiç düşünmediğimiz sonuçlar doğurabilir. Zihnimizin ön yargısal ve kategorizasyon sistemiyle zorluklara karşı savaşımızı genelleştirir ve tüm hayatımıza, tüm insanlara, tüm canlılara mal etmemize neden olur. Oysa ki aslında bu zorluklar hayatın sadece bir alanında var olan zorluklardır çoğu zaman ve bizler yanlış algılama, sorgulama sonucunda “pire için yorgan yakma” duruma geliriz. Yani zorluklarla savaş halindeyken ve bu savaşı genelleştirmişken hayatın anlamını aramak, hayatın saçma, anlamsız ve yaşanmaya değer olamadığı sonucuna varmamıza neden olur. Bu değerlendirmeden anlayacağımız üzere intihar eyleminin temelinde yatan ölüm dürtüsünün baskısıyla yaşadıklarımızı algılama, değerlendirme ve sorgulama biçimimizdir.
Diğer yandan aynı yaklaşım intiharın temelini oluşturan ruhsal hastalıklarında temelini oluşturur çünkü ruhsal hastalıkların oluşma sebebi genel olarak insanların yaşadıkları ve baş edemedikleri zorluklardır. Daha da önemlisi zihnimizin bu zorlukları algılama ve değerlendirme sonucunda oluşan gerçekle ruhumuzun beslenmesidir. Sağlıksız beslenen ruhun sağlıklı olmasını beklemek mantık dışı değil midir? Sonradan oluşacağı gibi ruhsal hastalıkların genetik bir alt yapısı olacağını da unutmamak gerekiyor. Yani, ruhumuzun anne karnından itibaren beslenmeye başladığını düşünürsek intihar eyleminin temelinde çocukluğumuzdan bu günümüze telafi edilemeyen eksiklerin ve öğretilerin de etken olduğunu kabul edebiliriz. Sonuç olarak intihar eylemini geçmişten bugüne bireyin dünyasını oluşturan yaşanmışlıklar, yaşanamayanlar, keşkeler, telafisi olmayan kayıplar, karşılanmayan duygusal ihtiyaçlar, sevgisizlik, güvensizlik gibi faktörlerin olumsuz algılanmasının sonucu olarak değerlendirebiliriz. Bu faktörler bireyin olgunlaşma evresiyle kontrol altında tutularak ancak yaşam dürtüsüne hizmet eder hale getiririrler ve "öldürmeyen acı güçlendirir " tabirini gerçekleştirirler.
İstatistiklere göre gençlerin intihar oranının daha yüksek olduğunu görmekteyiz. Nedeni ise gençlerin durumları daha yoğun bir duygusallıkla yaşıyor olmaları, dürtüsel hareket etmeleri ve mantıklı sorgulamayı sağlayan beynimizin ön kısmının (prefrontal korteks) daha gelişimini tamamlamış olmasından kaynaklıdır. Bu bölge gelişimini ergenlik döneminin sonlanmasıyla tamamlar (ortalama 25 yaş) ve özgür birey, olgun birey olmamızı, üst bilince erişmemizi sağlar. Bu bölge bizleri hayvanlardan ayıran en önemli bölgedir, kişiliğimizin oluşmasını, toplum içinde davranışlarımızı kontrol etmemizi, alternatifleri gözden geçirmeyi ve sağlıklı karar vermemizi sağlayan yüksek bilişsel işlevleri içerir. Maalesef bazı bireylerde bu bölgenin gelişimi tamamlanamıyor ve sağlıklı bir şekilde gelişemiyor. Nedeni beyin gelişiminin zaman içinde inşa ediliyor olması, genetik ve çevresel faktörlerden etkilenmesinden kaynaklıdır. Genetik olarak bizlere aktarılan “bilinç altı” travmaları ve çevresel olarak edindiğimiz öğretiler beynimizde bazı sinirsel bağlantıları (nöronlar arası) güçlendirirken bazılarını (önemli olanları) zayıflatıyor olmasından kaynaklıdır.
Toplumsal travmaların ve sorunların, şiddetin ve ahlâkî değerlerin zayıf olduğu bir ortamda büyüyen bir çocuğun sonrasında var olma, olgunlaşma, üst bilince varma ihtimalinin düşük olacağını ön görebiliriz.
Bu özellikleri taşıyan toplumlar geçmişi ve yaşanmışlıkları karamsar ve fatalist bir algılama biçimi ile değerlendirirler. Karamsarlığın ve fatalizmin buluşmasından ortaya çıkan çaresizliğin eseri olarak ruhsal hastalıklar ve intihar eylemi ile var olmaya çalışırlar. Geçmişini böyle bir algıyla değerlendiren bireyler geleceğinin de hiç bir şey ifade etmeyeceğini düşünmesi mantıksal bir sonuç olarak kabul edilebilir. Bu düşüncenin sıklığı içgüdüsel olarak ölüm dürtüsünü güçlendiriyor olması, hayatın yaşamaya değer olmadığı gerçeğini oluşturur. Ama unutmayalım ki bu gerçeği değiştirmek bizim elimizdedir...
Tülin Şahin
Uzm psikolog.
Klinik ve kültürel arası sosyal psikoloji.