Yirmi beş, otuzlu yaşlardan beri devamlı okurum. Zaman zaman da okumaya kısa sürelerle ara vermek zorunda kalırım. Yorulduğumu hissettiğim böylesi zamanlarda kendimi zorlamam; üzülsem de okumaya bir süreliğine ara veririm. İnsanın kendini tekrardan toparlaması için bu geri çekilme kaçınılmaz ve gerekli. Daha iyi ve yaralı yeni bir okuma evresi için, sakince telaş etmeden bu evreyi beklemeye koyulurum… Nacizane kitaplığımda Zonê Ma-Kırmancki eserler. Yazma eylemi ise, insanda belirli bir okuma ve birikim deneyiminden sonra doğal olarak zaman içinde ortaya çıkıyor. Öyle ki zamanı geldiğinde buna karşı koyamazsınız. Yüreğinizde, aklınız ve zihninizde adeta kuluçkaya yatırılmış, çatlama zamanı yaklaşan bir yumurta misalidir bu durum. Böyle olunca, artık aldıklarınızın bir kısmını üreterek o aldığınız veya beklentide olan başkalarına da geri vermeye başlarsınız. Bu gerçekleşince de psikolojik ve sosyal olarak rahatlar, haklı bir gurura ve tüm bunlar sonucu doğal olarak bir özgüvene kavuşmuş olursunuz…
• Dêsım-Vacuğe-Mircan’dan gurbet ellere, gurbet ellerden geriye köyüne, hüzün dolu bir yolculuğu, Cafer Yüceer “Herdo Vêsaye” adlı eserinde dile getirmiş… Aklınızdan ve zihninizden geçenler, yüreğinizde harmanlanarak demlendikten sonra, kişisel olarak ilgi duyduğunuz ve bilgi sahibi olduğunuz alanlarla ilgili kağıda, kaleme veya klavyeye dökülmeye başlar. Mesela ben; bu şekilde yazarken, kendime özel bir duygu halini yaşarım. Hele hele yazdığım konu ana-baba dilimde (Kırmancki) bir yazı ve öyküyse, gözlerim dolu dolu yazarım. Bu durum beni üzse de, gerçekte bu duygu halinden büyük bir haz alırım. Sanırım beni yazın alanında besleyen, azim veren bu duygu halidir. Öte taraftan bu durum, bir işi ne kadar yürekten yaptığınızın da bir işaretidir. Böyle olunca da ortaya çıkan işi evvela siz beğenirsiniz; bu şekilde evvela sizin beğendiğiniz bir işi de başkalarının da beğenmesi doğal olarak kaçınılmaz olur… Öte taraftan yazdıklarımı başka bir okur gözüyle tekrardan okur, bir de bu gözle değerlendiririm. Ben bu halime ve bu duruma “ana-baba dilinin büyüsü-tılsımı” diyeyim ve bu da bu yazımın ana başlıklarından biri olsun… Öyle ki ortaya çıkan haz, çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği o köy evimizde, o soba veya kuzine üzerinde odun ateşinde demlenen çay kadar haz verici ve güzel gelir bana. Köydeki evimizde insan vücudundaki bir ben gibi çinkoları patlamış o yeşil-mavi çinko demliklerde demlenen çayı -bu şekilde çayı hep dedem demlerdi-, ben, tadına doyumluk seyrederdim. Şimdi o güzel günleri o kadar özlüyorum ki, ne siz sorun ne ben uzun uzadıya anlatayım…
• Çocukluğumda ne duvarda asılı bir cura-saz, ne masa üstünde bir iki dergi-kitap; hiçbiri yoktu!.. Kitabın ne olduğunu, gerçekte okuldaki ders kitaplarından farklı bir şey olduğunu, çok sonraki yıllarda bildim. Öyle ki okulda, o yetmişli yılların sonlarında 2,5 kuruşa satılan, derslere yardımcı hazırlık dergisini bile alamadığımız yoksulluk yıllarıydı, yaşadığımız o yıllar… “Xıxır xelaskaro; kamke kot tenge, kam ke na tengiye de rest tengiya jumini, u kes benu Xızırê ê keşi... (Xal Çelker; Pir Nejdi Bava’de Raa Heqi sero mobet.) Çocukluğumdan sonra, gençliğe adım atarken epey bir süre, ana-baba dilinde lal olmuş bu dilim döndüğünce size anlatmak istediğim, yetmişli yılların sonu-seksenli yılların başlarına denk gelen yıllardır bu yıllar. Her sene şubat ayında karne tatilinde köye giderdim. Köydeki günlerim, kışları o kadar güzel geçerdi ki. Kırmancki (Kr.)“Qırmo” adında ve yine Kr .“gerez” renginde güzel bir kedim vardı. Onu eğittiğim için onunla oynadığım oyunlarla çok güzel vakit geçirirdim. Keçilerin yavruları ise benim için dünyanın en güzelleriydi. Kr.“pungal-a” yumurtlayan tavukları ve o güzel Kr.“purt”-tüylere ve kırmızı ibibiklere sahip horozları saymıyorum bile…
• Kr. “Yoğurç” haline gelmiş, geceyi aydınlatan karın, o ay beyazı aydınlığı… Yerde, birkaç ay boyunca bir metreyi aşkın bir kar tabakası olurdu; mart ayı gelmeden de bu kar erimezdi. Geceleri ineklerin doğum yapıp yapmadığını kontrol etmek için, nenem ile elimize fitili gaz yağını emerek yanan, ancak elin ayasıyla da alevini de korumamız gereken Kr.“idara” dediğimiz tenekeden huni biçiminde yapılma bir el lambası ile geceyi aydınlatan “karın o ay beyazı aydınlığında” ağılın yolunu tutardık. Gecenin ayazı Kr. “yorğuç” haline gelmiş olan kar tabakasının üzerinden seğirtiyor, insanın kemiklerine kadar işliyordu… Mart ayının ortalarına doğru da gök gürlerdi. Bu zamanda da bizim adına Kr. “nermaê” dediğimiz karla karışık yağmur yağınca çok sevinirdik. Çünkü birkaç gün sonra, aylarca yerde duran o kalın kar örtüsü incelerek erimeye başlar, karın altında aydan düşmüşçesine öksüz duran siyah ve gri granit taşlar birkaç güne kalmaz göze belirir, gün ışığı ve güneşle buluşurdu.
• Xızır aylarında insan, özüne döner; özünde ışığı ve adaleti arar…” (Cafer Yüceer’in “Herdo Vêsaye” adlı eserinden.) Bu durum da yaşamları besi hayvanlarına bağlı olan köylülere büyük bir umut verirdi. Çünkü ağıllarda hayvanlara verilen, bizim ana dilimiz Kr.de adına “alef” dediğimiz kışlık saman ve ot karışımı yem iyiden iyiye azalmıştır. İşte böylesi zor günlerin artık geride bırakıldığı bir zaman diliminin son demleri olduğu için köylüler umutlanırdı ve sevinirdi. Dêsım Raa Heq İnancı’ndaki Kr. “Hewtemal” sevinci de zaten buradan gelmektedir. Aslında birçok topluluk için Kr.“sera newuye/yeni yıl” dedikleri zaman, gerçekte bu zaman dilimidir. Gece ve gündüzün eşitlenerek günlerin tekrardan uzamaya başladığı bu günler (21 Mart), birçok kültürde “yeni yıl” olarak kabul edilir ve şenliklerle kutlanır…
• “Buralarda, bu kadim topraklarda mevsimler ikiyüzlüdür; bir yüzünde sefa, bir yüzünde cefa olan…” Cafer Yüceer. Dêsım’de eskiden köy evleri toprak ve saman karışımı bir yapı malzemesiyle kaplıydı. Adına “bon-dam” dediğimiz evlerin su almaması için de her yağmurda bu şekilde yuvarlak silindir biçiminde bir taş ile loğlanırlardı. Saçakları ise ahşaptan yapılma ve adına “topiç” denilen bir tokmak ile “topiçlenirdi.” Köy evimizde adına Kr. “maqat“ (divan) denilen ahşaptan bir oturma yerimiz vardı. Üstü de Kr. “suredar” ağacının kökboyası ile boyanmış keçi kılından yapılmış, içine kamış veya yün doldurulmuş yastıkları olan, şilte serili bir oturma yeriydi bu. Sair Seyqaji’nin de kılamlarında geçtiği gibi “Dêsımkhaniye’de” eskiden tüm köy evlerinde bu türden oturma yerleri vardı. Onun üzerine çıkar, pencereden dışarıyı, karşı bahçeden gelip geçen köylüleri saatlerce seyre dalardım. Bahçemizde karın üstünde ha bire oynayıp duran Kr. “qıştlayan” o “qılancık” (saksağan) dediğimiz karga cinsindeki kuşları büyük bir zevkle seyre koyulurdum. Öyle ki keşke onların dilini bilsem, onlarla konuşabilsem diye, içten içe üzülürdüm…
• “Yoksulluk coğrafyanın kaderidir, zordur; ama çekilir. Sürgün ise kalbin kanayan yarasıdır; ömür boyu bitmeyen bir gözyaşıdır…” Cafer Yüceer. Öte taraftan camın önüne serilmiş, bilmem kaç yıllık olan eskimiş, sararmış gazete sayfaları vardı. Bu gazeteleri evirir çevirir belki de yüzlerce kez okumuşluğum vardı. “Hürriyet” ve aynı gazetenin “Kelebek” adlı ekiydi bu gazete sayfaları. Nenemin kendisine hep “Wuşe, ciğeram, royem” diye hitap ettiği amcam, yurtdışından gelirken Mameki’den satın alıp getirmiş, okumuş ve bırakıp tekrardan gurbet ellerinin yolunu tutmuştu. “Fatoş ile Sabri, Tonton” gibi çizgi karikatür karakterlerinin o güzel karikatür çizimli-yazılı maceraları hala aklımda... Bu gazete sayfaları toza bulanmışlardı, sararmış ve kenarları hafiften yırtılmışlardı. Bu halleriyle toza bulanarak, eskiyerek zamanla kendine has harikulade nefis bir kokuya bürünmüşlerdi. İlginçtir; o tozun kokusunu bu satırları yazarken bile, yıllar önce zihnime kazınmış bu efsunlu, bu çok özel kokuyu hala hatırlıyor ve hissediyorum. Ne tuhaf değil mi; bir koku hatırlanır mı, hatırlanıyor işte…
• Sanırım, zamanın gazete kağıdına bulaşan Kırmanciye Yaşamı’nın kokusuydu bu koku. Alın size başka bir konu başlığı; “Roê Kırmanciye/Kırmanciye yaşamı.” Çocukluk ve gençliğimizden bugünlere kalarak anılarımı yaşatan, değişmeden kalan bu bir kaç parça kıymetli eşya ve nesnenin üreticilerine hürmetle! Daha neler neler vardı! Mesela “mektuplar” vardı. Amcamın yurtdışından ve İstanbul’dan yazdığı o kendine has güzel el yazısı ile yazdığı mektuplar. Onları nenem ve dedeme ben okurdum. Zaten başka okuyacak kimseleri de yoktu ve benim de okuyacak bir şeyim. Kimsenin bana bu yaşlarda bir masal-öykü kitabı alması şansına eremediğimi söylemiştim, bahsettiğim yıllardan… Pencerenin önünde sırrı dökülmüş kırmızı, kırık bir ayna vardı. Aynanın yanında dedemin kahverengi tespihleri, tüpte “Arko” kremi, üzerinde “Çaykur” yazılı çay paketi olmak üzere, daha neler neler; kağıt, kalem, saman sarısı bir mektup kağıdı ve etrafı kırmızı beyaz renkli üzerinde “uçak ile” yazan, artık her biri nostaljik bir eşya olan o güzelim mektup zarflarında biraz daha bahsedersem, yine gözlerim dolacak gibi görünüyor. Sanırım bıra Cafer Yüceer ile yüreğimiz bir; ve o da yazarken benim gibi hissediyor ki, bu durum satırlarına şu şekilde yansımış:
• “Mercan Dağları’ndan vadilerine doğru kınkor ve zembulun kokusunu yüklenip getiren rüzgârın türküsü hiç eksik olmazdı…” Çok sonraki seksenli-doksanlı yıllarda bu okuma serüvenimi gazetelerle ve birkaç Türkçe kitapla sürdürdüm. Ancak otuzlu yaşların ortalarına geldiğimde ana-baba dilim Kırmancki’nin farkına varabildim. Evvela Mameki’de (Tunceli) ve daha sonra işim gereği bulunduğum İzmir’de Işkın, Ma, Tija Sodıri, Ware gibi dergilerle bu dile olan ilgim ve merakım gün be gün giderek arttı. Öyle ki “MA” adlı dergide öykü türünde ilk Türkçe yazıma yer verilmişti… Kırmancki (Zazaca) dilinin gramerle yazılmasında ve okunmasında, öte taraftan 1938’e dair ilk neşriyatın yer aldığı dergiler Desmala Sure, Ware ve Tija Sodıri adlı bu dergilerdir. Şu anda da iki yaşını geride bırakan Piltan adlı edebiyat ve etnoğrafya kültür dergisi ise, hala yayın hayatını sürdürmektedir. Yılda dört sayı olmak üzere fanzin çıkartılan bu güzel derginin genel yayın yönetmeni ise sevgili Okan Eroğlu canımızdır. Dergide emeği geçen bütün arkadaşlara hürmetle; seda MA dayim vo!..
• Ucağa ma kor mevo, her tım dü bıkeru! Ma wazeme ke peyniya na esq u sevda zonê ma qe mêru; waxt ra qomê ma ra zobina keşi ki bıjeru bınê tesirê xo!.. Derken nenem ve dedem tarafından hep anlatılan o 1938 acılarıyla tekrar, ancak bu sefer bilinçli ve farkında olarak karşılaştım. Bu süreçte Cemal Taş, Hüseyin Çağlayan, Hawar Tornêcengi, Xal Çelker, Cef Çarekız gibi daha aklıma gelmeyen birçok Dersimli araştırmacı ve yazarın Kırmancki (Zazaca) kaleme alınmış öykü-hikaye, anı, sözlü tarih anlatısı türünden kitaplarıyla karşılaştım. Cemal Taş’ın “Roê Kırmanciye” adlı eseri okuduğum ilk eserdi. Bu eseri ilk okumaya başladığımda çok zorlanmıştım; ama anlatıcı Hesenê Aliyê Sey Kemali’inin o muhteşem Kırmancki dili çok tanıdık ve çok büyüleyici…
• Dilimze dair her şey güzeldir; kıfır-küfür ve zooti-beddularımız bile! Ve bu sevda yüklü güzellikler bulaşıcıdır… Kırmancki okuduğum bu ilk eserde okumakta biraz zorluk çeksem de yılmadım; küçük bir çabayla bu sorunu aştım. Ne mutlu bana ki bugün artık böylesine büyük bir aşk beslediğim bu ana-baba dilimde okuyup yazabiliyorum. Hala da her geçen gün dile dair yeni şeyler öğrenmeye ve bunları bu işe yüreğini veren birkaç yüreği güzel arkadaşla karşılıklı birbirimize sesimizi duyuracak bir biçimde dayanışarak, paylaşarak bu sevdayı her geçen gün büyütmeye devam ediyoruz. Amacımız ve çabamız, “Dilimize dair yüreğimizdeki bu sevda ateşi hiç sönmesin ve başkalarının da yüreğini bizim gibi yakıp kavursun” diyedir…
• “Bu coğrafyanın kaderi bellidir; bazen gülümsetir, bazen başını iki elinin arasına aldırtır, öfken bedenine vurur, yerinde duramazsın…” Cafer Yüceer. Çünkü bu dille okumak çok hoşuma gidiyordu ve ileride mutlaka yazmak da istiyordum. Benim için Kırmancki okuma sürecimin bir başka önemli safhası da, duygularımı bu dile dair pekiştiren, Hozat ağzıyla kaleme alınmış Cengiz Aslan’ın Kr. “Moriber” adlı eseri oldu. Onun da ilk yirmi beş sayfasında kadar bir kısmında, Mameki-Mazgerd ağzı ile olan farkından ötürü bazı kelimeleri anlamakta çok zorlandım. Sonrası ise Kr. “aqılê mı şi ser” çok daha anlaşılır ve rahat okudum. Bu muhteşem eserde, o yaramaz çocukların Kırmancki dilindeki o ceviz muhabbetleri, küfürleri, argo konuşmalarından ötürü kahkahalarla gözlerimin yaşardığını, karnıma ağrılar girdiğini, romanın sonuna doğru da büyük bir hüzne kapılıp yılanın ısırdığı o genç kıza üzüldüğümü ve ağladığımı bilirim…
Mirçikam’ Nehir ve Moriber. Yazma eylemini, alfabe bilgimi birkaç gramer kitabından çalışarak zaman içinde yerine getirdim. Daha da önemlisi hafızamda yer almış olan kelime ve deyimleri en otantik ve orijinal haliyle, zamanında bir arkadaşımın da beni uyarmasıyla “Türkçe düşünmeden” Kırmancki alfabedeki seslere dökmeye çalıştım. Hala da okuduğum kitap ve dergilerin yazımında bunun nasıl yapıldığına dair hep kafa yorar, yeni kelime ve deyimlerin izini sürerim. Bu şekilde yol alırken, çok sonraki seneler sevgili Hawar Tornêcengi’nin açtığı çığırda yürüdüğümü fark ettim... Çünkü ana-baba dilimiz Kırmancki dilini, merkez Dêsım ağzına en otantik ve en yalın-zelal haliyle yazanı bana göre oydu. Bu konuda masal, şüar ve kılamalar derleyen, bunları toplumla herhangi bir ticari çıkar kaygısı gütmeden internet üzerinde kurduğu sayfalarda paylaşıma çan, biz birkaç sayılı insanı adeta bu dilin gıdasıyla hep besleyen ana-baba diline aşık bir abimiz, bir canımızdır Hawar Tornêcengi. Kendimi hep onun bir talebesi olarak gördüm ve hep destek gördüm:
Hawar Tornêcengi (İmdat Yıldız); Pılemuriye ra dewa Harşiya Lolu rau. Wes u var bo, pir u kahl bo; dest u paê xo derd u keder mevinê sola! Zof mınnetdar, zof duaciyo deyrê.
Elbette konu ana-baba dili olunca Xal Çelker ve Cef Çarekız’ı da burada özel olarak anmadan geçemeyeceğim. Seda sıma ve ê ma her tım dayim vo!.. Bence Dêsım-Dersim ağzında Kırmancki (Zazaca) öğrenenlerin en büyük şansı, bu işin hem Latin Alfabesi’yle olması, hem de öğrendikleri resmi devlet dili Türkçe’deki ile benzer seslere sahip olan bir alfabeyle bu dilin yazıya aktarılmasıdır. “Jacobson-Mehmet Doğan Alfabesi”ne göre (Fekê Gola Dêsımi de, Rastnusnena Zonê Ma Kırmancki) var olan dörder adet tek ve çift ses hariç olmak üzere… Bahsetmiştim; ben, ana-baba dilimi öğrenmenin temelini Jacobson-Memed DoğanAlfabesi ve gramer bilgisi üzerine kurdum. Çok sonraları kısmen Türkçe ve Kırmancki karışık-iki dilli yazım konusunda Remzi Aydın, Haydar Karataş öykü ve romanlarıyla karşılaştım. Onların eserleri ise beni tamamen Dersim Kırmanciye alanına, burada bu yazıda olduğu dibi kısmen çift dilli yazıma yöneltti. “Göçebe Ruhlar” ve “Perperık-a Soê” adlı eserler bunların ilkleri ve en güzelleriydi. Bir sinema filmi yapılsa, bu iki eser adeta hazır bir senaryo gibidir… “On iki Dağ’ın Sırrı”, “Perperıka Soê/Gece Kelebeği” adlı roman serisinin ilkidir. Haydar Karataş, “Perperık-a Soê de dile gelen, 1938’de kopacak fırtınanın ayak seslerinin bu eserde olduğuna” değinir. Eserin ana ve babası Haydar Karataş’ın kendisinin de belirttiği gibi, gerçekten de ‘Dersim meselesini eserlerinde çok fazla kan-revana bulaştırmadan’ edebi olarak ele alan bir yazardır. Doğru söze ne dendir; hakikaten de öyle. Çünkü “Dersim 1938 meselesi” zaten yeterince kan revandır. Bu meselenin dramatize edilmeye hiç ihtiyacı yok. Bunun gibi ondan çok şey öğrendiğimi yeri gelmişken burada belirtmek isterim… Sevgili Mustafa Özbey’in üç yüz sayfayı aşkın bu anı kitabını ana-baba dilimize kazandırmam, tüm bu tüm bu sebeplerimin bende yarattığı azim ve çabanın bir sonucu oldu. Benim bu yaptığım iş, başkalarının yaptıkları bunca iş yanında bu denizde kum tanesi de olsa da, yine de bu iş bana büyük bir mutluluk kaynağı oldu. Bu imkanı bana sunduğu için, “Bıra Mıstefa wes u var bo, pir u khal vo; seda xo her tım dayim vo!..”
• “Bu dil benim neyime yarar?”(!) Ben bu Kırmancki dilini zaten biliyordum. Çünkü hayata bu dil ile başlamıştım. Türkçe ile tanışmak ise Mazgerd-Hezırge köyünden Mameki’ye taşındığımız 1974 yılından itibaren, köyden şehre göçtüğümüz zamandı. Onun için hep derim; Ana-baba dilimizi öldüren bu şehirler oldu. Ha, sadece şehirler mi suçlu; elbette hayır. Öyle olsaydı bugün köyümüzde kalan ve göçmemiş insanımız, kendi ana-baba diliyle konuşmakta zorlanacak kadar Türkçe’yi öğrenmez ve konuşmazlardı! Suçlu olan devlet ve dayatmacı asimilasyon politikaları olmakla birlikte, sonra da biziz. Bizim akıl tutulmamızdır. “Bu dil benim neyime yarar!” diye çok fazla pragmatist, menfaat ve çıkar odaklı düşünmemizdir. Çünkü dilimize arkamızı döndük ve onunla olan iqrarımızı unuttuk... Yıl, 2010. Ovacıklı Dersim 1938 tanığı Süleyman Eğri; 1937-38’de sürgün geldikleri Eskişehir, Sarıcakaya ilçesi Beyköy’de, ilk gelip yerleşip yaşadıkları evlerinin “pag”-yıkıntılarının yerini gösterirken. Sol başta ben ve sağ başta Cemal Taş abimiz, canımız.
• “Kayıp neslin” toplumsal ve kültürel değerleri için duyduğu yürek acısı zor ve dayanılmazdır… Dili unutunca da onunla yaptığımız Raa Heqi ibadetinin gereklerini yerine getiremedik; onları da zamanla unutarak terk ettik. Peki yerine ne koyduk? Elbette “hiçbir şey!..” Şimdi bizim toplumumuza bakıyorum da, devrim hayalleri gerçekleşmemiş, ancak bu hayallerle bu mücadele peşine düştükleri zaman da, aidiyet duydukları toplumun değerlerini yok sadıkları için yitirmiş, bunu geç fark ettikleri için de hep üzülen “kayıp bir nesil” var ortada…
• Ana dilimizi köylerimizde unuttuk! Keza “ihtiyacımız yok” diye düşündük. Maalesef ona bir eşya, bir demlik kadar değer vermedik!..
Hiç unutmam; sabahın köründe bir traktörün kasasında Turüşmek Köyü’nün oradaki geçitten Munzur’u geçerek Mamek’ye (Tunceli) doğru yol alıyoruz. Traktörün kasasında annem, babam ben ve kardeşlerim var. Bir iki de döşek-yorgan, yastık, bir kilim, bir iki kap kacak ve bir bohçaya konularak bağlanmış bir iki parça giyit haricinde bir şey yok. Bir de benim kucağımda bizim ana dilimizde adına renginden ötürü Kr. “gerez” dediğimiz bir tavuk vardı. Munzur’un üzerinden aheste aheste göğe doğru yükselen qırr/sisin arasında, ellerim üşümesin diye kanatları altına koyarak ısıttığım bugün bile aklımda… Bu yazıda konu ettiğim çocukluk anılarımın kaynağı olan, doğduğum köy evimin artık “pag” haline gelmiş yıkıntıları. Şimdiden gelecekte burada, “küçük bir okuma salonu-kütüphane” ile yeniden bir yaşam kurma hayaliyle yanıp tutuşuyorum… İşte Türkçe’yi köyümüzden kente göçtüğümüz bu yolculuktan sonra öğrenmeye başladım. Ne olursa olsun, demek ki yüreğimizde varmış; bu tohum hep saklı kalmış ki bugün cılız da olsa bir Kr. “punık”/ürün verebilmektedir.
Gelecek için umutluyuz ve umutlu olmak zorundayız da. Şimdi biz çocuklarımızı, gençlerimizi suçluyoruz ya, asıl suçlamamız gereken bizleriz ya; bunu da biliyoruz. Ancak şu da bir gerçek ki, çocuklarımızda bizim somut olarak göremediğimiz ancak içten içe, yüreklerinde dile ve kültüre karşı bir ilgileri var...
Çünkü çoğu, kendi ana-baba diliyle okunan kılam-şüar ve ezgilerin dilini anlamasalar da onları severek dinlemektedirler. Öte taraftan birçoklarımızın evinde Kırmancki (Zazaca) diliyle yazılı olan, okuduğumuz kitap ve dergileri var. Gün gelecek, onları eline alıp ilgilenecekler. Belki geç kaldıkları için ardımızdan üzülecekler; ama bu çabalarımızı takdir edecekler. İşte bu dile dair benim yüreğimde canlı tuttuğum ve bu alandaki çalışmalarımda beni bu işe adeta bir köprü gibi bir umutla bağlayan bu bağdır. Psikolog Dr. Acar Baltaş’ın bir ifadesinde olduğu gibi, demiştik ya;
• “Bir iş ve eylemin başarı ile yapılabilmesi, onu sadece çok istemekle de olmaz. Bunun yanında mutlaka bir sebebinizin de olması, bir köprü ve bağ kurulması gerekir. Benim sebebim, bu dilin hayatta en çok sevdiğim ve değer verdiğim nenem ve dedemin dili olmasıydı. Geç oldu ama çok sonraki yıllarda bu sebebim iki oldu. İkinci sebebimin ismi bende özel kalsın; omıdê mı awo ke seda ma, her tım dayim vo!” Bu iki eser, Dêsım Raa Heq inancındaki ritüellere ve sembollere dair önemli ve merak gideren bilgiler içermektedir.
• Bir gün babam fecir vakti yatağından doğrulup hıçkırıklara boğuldu. Annem, “Xêro Hesen Xeyri” diye sormuştu. O, “Sorma; bir tufan koptu, bütün köyler yanıp yıkıldı; insanlar dalga dalga göç yollarına düştüler…” dedi. Cafer Yüceer “Herdo Vêsaye/Yanık Topraklar”a dair: Bu kitap çalışmasının bana göre en başarıyla yapılan ve en göze çarpan yönü; Cafer Yüceer bıra’nın adeta bizim kolumuza girerek bizi o adına “dewr” dediğimiz zamanlarda baş döndürücü bir yolculuğa çıkartmasıdır. Üstelik bunu, kaleme aldığı bu metinlerde öyle başarıyla yapmış ki; insan okurken onar, yirmişer, kırkar hatta bazen de bir asır gibi bir zaman dilimleri arasında, farkına varmadan, sadece bir satırda ifade bulan, adeta açılıp kapanan bir kapıyla, bir başka zamanda ve yolculukta kendinizi buluyorsunuz. Anlatımında bu zamanlar arası atlamalarda çok başarılı. Öyle ki bazı yerlere, aklım ermedi; “Hadi ya; bu nasıl oldu!?” diyerek, geriye dönüp metnin o satırını anlamak için tekrardan okumak zorunda kaldım. Adeta Munzur üzerine kurulu, ancak şimdi birçoğu yıkık olan o sallanan köprülerin birinin üzerinden yürüyerek karşı kıyıya geçmek gibi bir şeydi bu benim için…
Cafer Yüceer bıra’nın bu eserinin benim övgüme hiç ihtiyacı yok. Ancak ben yine de kısaca duygularımı belirtmeden rahat edemedim. Bu eserde, sizi Mircan’da (Mercan Vadisi’nde) bir köy çeşmesinden bir yudum su içmeye davet ediyorum. Çünkü bu eserde bu köylere adanmış her daim o Kırmanciye ruhuyla yaşamış insanların dünyalarına, yaşamlarına tanıklık edeceksiniz. Cafer Yüceer’in, o meşhur “Çiçek Abbas” filmindeki gibi Vacuğe Xarpêt arası yolcu taşıyan bir müdibüste yaşanılan yolculuk maceralarına burada isim isim yer verilen tanıklıklar ile tanıklık edeceksiniz. Bunlar öyle sırdan tanıklıklar değil; tüm Dersim’in bir tarihini anlatan tanıklar ve tanıklıklardır… Dersim’i 1938’de kan ve gözyaşıyla zapt u rap altına alan, adını “Tunç-eli” koyan Türkiye Cumhuriyet’inin bu yöre insanına evvela 1937-38’de yaşattığı, sonra seksenli ve doksanlı yıllarda tekrar reva gördüğü bir zulme de tanıklık edeceksiniz!.. Bu öyle bir mezalim ve zulüm ki 1921-23 Türk-Yunan Savaşı’nda bile görülmeyen derecede bir barbarlık ve acımasızlıkta.
Hiçbir savaş kaide ve kuralının olmadığı, bir halkı boğarak canlı canlı eziyet çektirerek ortadan kaldırmak isteyen bir zulüm… Adına “yanık topraklar” dediği, doğduğu ve büyüdüğü coğrafyanın yaşanmışlıklarını kendine dert edinen, sırtına aldığı bu ağır yükü hafifletmek için durmaksızın anlatan, yazan Dersim’e dair hüznün yazarı Cafer Yüceer.
• Sevgili abim Cafer Yüceer bu eserinin türü bir “anı”. Ama Seyit Rıza’nın torunu olan kendi annesi üzerinden anlattığı ve doksanlı yıllarda bizzat yaşadığı zulüm de ölçülü bir şekil ve biçimde dile gelmiş.
Se vajime; seda xo dayim vo!..