Şuraya, taşı toprağı altın olan bir İstanbul çizelim.
Şuraya da nereye gidersen git dönüşünü sevdiğin İstanbul.
On bin beş yüz problemine rağmen vazgeçilmeyen İstanbul bu.
Gezmeye gelenler için “Burada nasıl yaşıyorsunuz?” burada yaşayanlar için “Başka yerde asla” modülünde canım İstanbul.
Bizler ikinci gruba mensup insancıklar “içi seni yakar dışı beni” modülündeyiz.
Öyle de kalabalığız ki. Artık dolduk taştık denize döküleceğiz. İnsan sayısı artmış. Bu insanları bir yerden ötekine taşıyan arabalar da tabii aynı oranda artış yemiş. Hane başına düşen araba sayısı hesaplansa yeridir. Hal böyle olunca İstanbul’da A noktasından B noktasına yola düştüğünüzde ne kadar yolda olacağınızı hesaplayamazsınız. Sınavlarda çıkan matematik problemleri bile bundan daha kolay çözümlenir. Neden? Çünkü trafiğin bir formülü yok!
Siz de arabada vakit geçirmekten hoşlananlardan mısınız? On beş kilometrelik yolu elli beş dakikada geçememeyi mesela. Aslında ne güzel değil mi, etrafınızdaki diğer arabalarda seyahat edenlerle ahbap olup, birbirinizle hasbıhal etmek?
Değil.
Çünkü yolda olan herkesin suratı bin karış. Çünkü herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyor. Sinirler gergin. Yazılı ve sözlü basında “İstanbul’da arabayla çıkmayın” çağrıları yapılıyor. Olur, öyle yapalım. Ama hala A noktasından B noktasına ulaşmamız gerekiyor. Daha iyi mi otobüsler, minibüsler ya da metrobüsler? Ah o başka hikaye.
E ne kaldı geriye? Taksiler.
İşte tam da meselenin özü. Bu, başlı başına bir sorun. Yol kenarında durduğunuzda beş dakika içinde en on beş taksi görürsünüz, net! Ama sadece görebilirsiniz. Eliniz öylece havada kalır. Çünkü ya o canım taksiler hep “değişim saati”ndedir ya da siz hep değişimde. Sabah da akşam da fark etmez. Çalışma saatlerini ezbere bilir olduk artık. Mesela 15.00 civarı “o elinizi o taksiye sakın kaldırmayın!” derim. 13.00’da durum farklı mı?
Artık biz taksileri değil, taksiler bizi seçer oldu.
Önünüzde bir taksi nihayet durur. Amcam kafasını camdan şöyle bir uzatıp karamsar gözlerle bir bakış fırlatır. Maskenin ardından gülümsediğini hayal etmeye çalışırken siz, mırıldadığı o romantik soruyu da anlamaya çalışıyorsunuzdur.
“Ne tarafa abla?”
Öyle bir soru ki, kalbiniz yerinden çıkacak. Zaten beklemekten ayaklarınız sızlamış, hem çişiniz de gelmiş. Üstelik on beş dakika önce olmanız gereken B noktasında toplantı çoktan başlamış.
“Yüreğinin götürdüğü yere gelirim” dememek için zor tutarsınız kendinizi. O bakışa karşı nereye gideceğiniz çıkıverir aklınızdan. Kalbinizde kelebekler uçuşur. “Aman Tanrım! Durdu! Yoksa beni alacak mı?” hayalleri dolanır zihninizde. “Nereye desem acaba?” diye geçer aklınızdan. Düşünmeye vaktiniz yok. Lafı gevelemeye kalmadan basar gaza, öyle havalı ki. Egzozuyla dumanıyla bakakalırsınız ardından. Şimdi bekle ki bir sonraki gelsin.
Sanki çok ömrümüz varmış gibi beklemeyi öğretiyordu bize hayat. (The Piyanist)