“Sevmek” dedim. “Benim sevda ile işim olmaz” dedi. Anlamadım … Bir insanın kendi özüyle nasıl işi olmaz diye düşündüm. Derken, “Sevme sanatı ” adlı kitabında Erich Fromm’un yazdıkları geldi aklıma “ Başarı, itibar, para, güç, hemen hemen tüm enerjimizi bunları nasıl elde edeceğimizi öğrenmeye harcarız. Sevmeyi öğrenmeye ise verecek hiçbir şeyimiz kalmaz”. Fromm’un 1956 yılında yazmış oldukları hem evlilik ile alakalı kaygıları hem de boşanma oranlarını net bir şekilde özetliyor aslında.
Sevgiyi de çıkarırsak insanın özünden, ne kalır geriye boş bir varlıktan öte? Psikolojik sorunlar, kumar masasında harcanmaya hazır hayatlar, viran edilen dünyalar, tutulmayan sözler ve biten evlilikler… Bir konu, durum, hatta kendimiz hakkında ne kadar öğrenirsek onlara o kadar hakim oluruz. Peki evlenmeden önce kaç kişi sevgi nedir diye düşünmüştür? Bize öğretilen “sevgisiz sevgiyi” sergilerken sevgiden yoksun sevmeyi kaç kişi sorgulamıştır?
Dersim’e yerleşirken karşılaştığım ve bana aktarılan “sorunlardan” bir tanesi boşanma oranları oldu. “Dersim'de boşanma oranları çok yüksek, nedenini merak ediyoruz" dediler. Genel olarak araştırmalar boşanmaların nedeni olarak çiftler arası iletişimde, sorunları çözümlemede, cinsellikte ve paylaşımda uyumsuzluk olarak gösteriyor. Ancak Erich Fromm’un da dediği gibi “ uyum ya da çatışma, neşe ya da üzüntü bile ikincil kalır. Önemli olan iki insanin birbirlerini varlıklarının temelinde yaşaması, kendi kendilerinden kaçmak yerine birbirleriyle bütünleşirken kendi kendileriyle bütünleşmeleridir”.
Boşanma nedenlerini bir çatı altında toplarsak eğer: “sevgi eksikliği”, “sevgisizlik” olarak görünüyor. Ancak diğer etkenleride göz ardı etmemek gerekiyor. Dersim'de, ilişkileri gözden geçirirken, aile bağlarını değerlendirirken, hayvanlara ve doğaya yaklaşımları gözlemlerken, kültürel ve toplumsal etkenlerin de değerlendirilmesi gerektiğini düşündüm.
Kültürel ve sosyal normlar, küçüklükten itibaren, bizleri cinsiyetçi rolleri ve fonksiyonları yerine getirmemiz için, topluma ve sisteme uygun tasarlanmış kalıplar içine hapsederler. Şans bizden yana ise aydın, sevmeyi bilen ve demokrat bir ailenin çocuğu olarak geliriz dünyaya, eğer değilse ruhumuzu girişte teslim ederiz kaderin ellerine (belki ilerde aklımız ve gücümüz yeterse bakarız artık bir hal çaresine!). Kız çocukları geleceğin “hizmetkar ev kadınları ”, erkek çocukları geleceğin “güç avcıları ” ve “keskin nişancıları” olarak yetiştirilirler. Bir amaca cevap vermek için eşitsiz ve eksik bir şekilde büyütülürler, oda zamanı gelince evlenmek zorunda kalmaları içindir.
Yani özgür bir birey olarak ve istedikleri için değil tutsak edilerek, dolaylı yoldan, zorunda kaldıkları için evlenirler. Üzücü olan kısmı ise, kişinin bu zorunluluktan haberi olmadan seçimi kendisinin yaptığını düşünmesidir. Oysaki çoğunlukla hiç düşünmeden sadece vazifesini ve ondan beklenilenleri yerine getirmiştir! Bizden beklenilen kronolojik hayatı gerçekleştirmek için, var olan sisteme itaat eden bireylere dönüşürüz: önce okul, sonra iş, sonra evlilik, sonra çocuk… ve ancak bunları yerine getirirsek tamamlanmış ve başarılı bir birey olarak kabul görürüz.
Bize, kendimize bir başkasının gözüyle bakmayı öğretirler. O meshur “millet ne dener“ korkusuyla, “elalem” için yaşamayı öğretirler. Yani bizleri, kendimizden kopuk bir şekilde, başkalarının isteklerini, hayallerini ve beklentilerini yerine getirmemiz için eğitirler. Tamda bunun için, içi boş bir sevgi sunarlar "sevgi budur!" deyip kandırırlar, çünkü gerçek sevginin bizi özgürleştirmesine izin vermezler.
Kendi özüyle birleşmeyen, özgürleşemeyen, kendine yabancı bir Ben, ne istediğini, nasıl ve ne kadar istediğini nerden bile bilir? Böyle bir sahnede evlilikler, ilişkiler, aile içi dinamikler ne kadar sağlıklı olabilir? Nede olsa tümün anlamlığını parçalar belirler, sağlamlığını ise parçalar arasındaki bağlar belirler. Peki eksik parçaları tamamlamadığımız herşey yıkılmaya eğilimli değilmidir?
Kimileri süregelen bu duzeni korumayı misyon beller ne pahasına olursa olsun boşanmaz ve boşanmayı haktan saymaz. Kimileri kendini özgür zanneder, olmayan bir özgürlüğü kaybetmekten korkar, sevgisizliğin verdiği zararı evliliğe yükler ve evliliği reddeder. Kimileri de eksik olan parçayı tamamlar ve “bilmemek değil öğrenmemek ayıp” deyip sevmeyi öğrenmeye başlar.
Ve bir gün biri çıkar, “Ben” diye bağırır, “bana ne elalemden! ben mutsuzum!” der “Eşim
beni sevmiyor, saygı göstermiyor. Boşanmak istiyorum” der. Artık bir kere Ben’i ayağa kaldırmıştır ve geri dönüşü olmayacaktır. Sonra başka biri daha “Ben” der, "Ben eşimi sevemiyorum" der, ayağa kalkar. Derken teker teker ayağa kalkarlar çünkü artık hiç biri mutsuz bir evliliğin içinde sahte sevginin yaktığı ateşte yanmak istemiyordu.... Ve gerçek sevgi tadında yaşanılan evlilikleri görenler, özgürlüğün ateşinde ısınmak varken, "ben neden yanıyorum?" diye düşünmeye başlamışlardı...
Tülin Şahin
Uzm. Psikolog
Klinik ve kültürler arası sosyal psikoloji