Ne zaman Tunceli’yle ilgili bir söz geçse, bir haber verilse, yörenin insanına dair farklı bir şey anlatılsa, bir açıklama gereği duyarım. Derim ki, şu dünyada Paris’i, Moskova’yı, Bern’i, Atina’yı, Bükreş’i görmeme karşın Tunceli’yi görememek ne büyük eksiklik!
Bu sözler yıllar boyu benimle akıp geldi, ta Eylül 2018’e değin.
Demek ki bir işin, bir eylemin yapılması için biraz da istek gerekiyordu. Biz de istedik oldu işte!
Tunceli coğrafyasının değerli aydını, araştırmacı-yazar dostumuz sevgili Mesut Özcan’ı şair-yazar Vecihi Timuroğlu adına düzenlenen etkinliklerin kaptan köşkünde izlerken böyle bir değerin o yörenin ülkemize armağanlarından biri olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu düşüncem onun, Timuroğlu’nun kütüphanesini, olağanüstü değerdeki belgelerini, kitaplarını, notlarını Tunceli’ye götürmesiyle söyleşi konularımıza yeni bir boyut eklemişti. Vecihi Bey’in değerli eşi Aysel Timuroğlu, eşinin ata toprağında özlem gidermek, kütüphanenin tam da istenilen yerde hayat bulmasındaki güvenilirliği yerinde görmek düşüncesi, bizim de isteğimize ufuk açtı. Bir gün Aysel Hanım ve Mesut’la söyleşirken “Sevgili Mesut, eylül iyi bir ay Tunceli için, sen de oradasın. Bizi Elazığ’dan alarak Tunceli’ne götür.” dedik. Mesut bu isteğimizi canı gönülden karşıladı. “Çok iyi olur.” dedi. Belirttiğimiz zamana bir ay vardı. Hazırlık yaptık, biraz da o yöreyi daha yakından tanıyabilmek için kimi yayınlara göz gezdirdik.
Gidiş günü yaklaşırken Aysel hocam üç kişilik uçak bileti aldığını bildirdi. Ankara dışındaydık. Biletin alınması, işin gerçekleşeceğine ışık tutmuştu. Sevindik. Ankara’ya dönünce Kızılay’da buluşup özlem giderip biletlerimizi verdi, artık gün saymaya başladık.
En güzeli buluşup Esenboğa’ya birlikte gitmekti. Hareket günü Aysel hocamızı OSTİM metro durağında karşıladık. Benim sürücülüğümde Esenboğa’ya gittik. Otomobilimizi otoparklardan birine bırakıp bir görevlinin eşliğinde havalimanına vardık.
Bir süre sonra uçağımız havalandı. Kalacağımız günlerde yörenin her şeyini iyi bilen bir yazar dostumuzun çevreyi tanıtacak olması, bizler adına içsel zenginlik kadar güven aşılamaya da birebirdi.
Elazığ-Tunceli Arasında
Elazığ Havalimanı’na inip eşyalarımızı aldıktan sonra telefonumuz çaldı. Mesut gelmişti. Belirlediği yere daha varmadan yanı başımızdaydı. Tunceli’nden bir taksiyle gelip karşılamıştı bizi. Taksiye binince bir sevinç dolaştı damarlarımızda. Artık Tunceli yolundaydık.
Konuşmalarımız hep doğuya yönelikti. Bir Tunceli giriyordu sözümüzün arasına, bir komşu illeri. Dersim olayları, Seyit Rıza, Celal Bayar, Mareşal Çakmak, aşiretler, İhsan Sabri Çağlayangil, kitaplar, dergiler, sıkıyönetim, terör, karakollar, kalekollar… Sürücümüz Mehmet Bey, “topraktan öğrenip kitapsız bilen” bir güngörmüş kişi. “Barıştan başka istediğimiz bir şey yok. Baskıdan, terörden bıktık. Teröre kapı aralayanlara da siyasilerin gereksiz tavırlarına da karşıyız. Devlete asker, vergi vermede, yasalara uymada bir eksiğimiz yok. Buraları seviyoruz. Bizden sonrakiler, çocuklarımızın kuşağı artık burada durmuyor, onların hasretini çekiyoruz. Bize git deseler de gitmemekte kararlıyız…”
Ne güzel!
Onca kitap okusa insan bu denli bilgiyi edinmesi zor.
Doğa da sert yüzünü sergiliyor buralarda. Git git kaya, taş, toprak, tek tük ağaç… Ne olursa olsun buralarda bir zaman görev yapan devlet memurlarının anılarının terkisinde anlatmakla bitiremeyeceği nice konu vardır.
Keban’da mıyız Boğaziçinde mi?
Birden kocaman bir su kütlesiyle karşılaşıyoruz. Keban’ın soluğu kıraç alanlara can oluyor. Feribota binme yerindeyiz. Araçlar kontrollü olarak teker teker feribota yerleşirken kimlikler kontrol ediliyor. Yarım yüzyıldır ver kimliğini, al kimliğini diyerek hep kontrolden geçtik. Çok acıların yaşandığı yörede önlemler de kesintisiz sürüyor.
Feribota girip güverteye çıktık. Al sana Boğaz vapuru! İşte martılar, onlar da ardımız sıra uçuşuyor. Simidini onlarla paylaşanlar var. Doğu’nun böyle bir yöresinde bozkırla suyun dansını izlemek hayli etkileyici. Burada demli birer çay içerek suyu karşıya geçmek büyük mutluluk. Suyun değeri böyle bir coğrafyada daha anlamlı. Bol bol fotoğraf çekiyorum. Feribottaki araçlara bakıyorum bu plakaları taşıyan bunca aracı bir arada görmek ilginç. Araçların hangi yöreye ait oldukları üzerindeki yazıdan belli oluyor. Yörenin ilçelerinin adları gözümüze çarpıyor. Yolcular yorgun, uykusuz görünüyor. Daha çok susmayı yeğliyorlar. Suya gömülü kale kalıntıları, surlar, kayalar ilgimizi çekiyor.
Bir düşün ortasında yeniden aracımıza doluşup yola koyuluyoruz. Mesut Özcan’ın burada oluşu, bize kol kanat gerişi ne büyük mutluluk. Vecihi Bey’in ata toprağının, zamanın o yoksul ve yoksun çocuklarını nasıl yönlendirip birer aydına dönüştürdüğüne vurgu yapıyorum.
Yol biterken günün son ışıkları da sönmeye durdu. Kent içine beş on kilometre kala Mesutların evine yöneldik. Güzel bir evin bahçesinde oturduk. Sokak lambası evi de bahçeyi de yeterince aydınlatıyor. Bizi bekleyen anne baba ve bir ikram sofrası için ne denilebilir. Mesut anne ve babasını tanıtıyor bize. Annesinin adının “Fındık” olması tuhafımıza gidiyor. Ben takılıyorum. “Sen Karadeniz’e gelin olmalıydın. Tunceli nire Fındık nire…” O da zaman zaman adıyla çok kişiyi şaşırttığını söylüyor. Bir süre sonra yemekler geliyor. Mesut bir ara kalkıyor, karanlık bir ortamda yürüyüp bahçeden nefis domatesler toplayıp getiriyor. Mehmet Bey, Mesut’un babası Mustafa Bey’le zaman zaman Zazaca konuşuyorlar. Türkçe Zacayla iç içe yürüyor. Ben Zazacayla Kürtçe konusunda sorular soruyorum. Zazalar Kürtçe bilmez diye yanıt alıyorum. Ah ülkem seni ne denli az tanımışız. Tuna nehrinin, Amazon’un, Nil’in her türlü limanlarını bil de kendi coğrafyanın insanlarına dair bir şey bilme!
Ters Lalenin Dikleşmesi
Birkaç saatimiz bahçede geçiyor. Ertesi gün buluşmak dileğiyle Aysel Hanım’ı bu konuksever aileye bırakıp Mehmet Bey’in aracıyla yolumuza devam ediyoruz. Kentin pırıl pırıl ışıkları dikkat çekici. Yörede “ters lale”nin simge olduğunu belirten Mehmet Bey, sokak direklerindeki “ters lale”nin aslına aykırı olarak “dik lale” biçiminde takıldığını görüyoruz. Gerçekten lale biçiminde yüzlerce lamba, dik duruşuyla caddeleri, yolları aydınlatıyor. Laleler arasına ay yıldız da unutulmamış. Geceyi aydınlatan ışıklar, kente ayrı bir güzellik veriyor. Munzur’u yakından izlemek, Pülümür çayının akışını görmek için Mehmet Bey, “Aracı park edeyim bu görüntüyü izleyin.” diyor. Bir soluk araçtan iniyoruz, taraça biçimindeki kentin her yanında renkli bir yaşamın olduğunu sezer gibiyiz.
Bir süre sonra kalacağımız yere ulaşıyoruz: Tunceli öğretmenevi. Yerimiz ayrılmış. Gerekli işlemi yaptırıyoruz. Asansör yok. Görevli genç bavulumuzu üçüncü kata çıkarıyor. Böyle bir kentte böyle bir yerde kalmak yine de iç huzuru veriyor.
Programda Ovacık Var.
Gelişimizin ikinci gününde, uygulamalarıyla, düşünceleriyle, çok kişinin ilgisini çeken “Komünist Başkan”ın görev yaptığı Ovacık’a gideceğiz.
Sabah kahvaltısını öğretmen evinde yapıyoruz. Bizim gibi değişik yerlerden gelenler var. Çoğu kişi, sanki “Nereyi görürseniz görün bir de Tunceli’yi görün!” düşüncesini gerçekleştirmek için gelmiş buraya. Gelenlerin kısa sürede iyi izlenimler ve pek çok soru işaretiyle geldiği yere döneceği bir gerçek.
Tunceli Üniversitesi’nden KHK ile görevine son verilen Ardahan toprağından Doç. Dr. Candan Badem’in aracıyla yola koyuluyoruz. Candan Bey’le kitaplar dünyasından, üniversite ortamından söz ediyoruz. Yeniden göreve dönmesine şimdilik pek ihtimal vermese de yazı yaşamını ara vermeden sürdüreceğini belirtiyor. Trabzon konusu açılınca da bana sorular soruyor, ben de sorularını yanıtlıyorum. Trabzon’la ilgili bir konuda araştırma yapmakta oluşunu rastlantıya bağlasa da bu alanda kimsenin yapmadığını gerçekleştirmede kararlı görünüyor.
Ovacık’la ilgili bilgileri yıllar önce Sosyalist Türkiye adlı yapıtın yazarı Yargıç Ali Faik Cihan’dan dinlemiştik. Yıllar sonra belediye seçimlerinde Komünist Parti’den aday olan Fatih Mehmet Maçoğlu, seçimi kazanıp makama oturduktan sonra yaptığı işler, gerçekleştirdiği projeler çerçevesinde hem kendini hem temsil ettiği ilçeyi, birdenbire ülkenin, belki de dünyanın gündemine oturttu. Fatih Mehmet Maçoğlu, Küba’nın bile yavaş yavaş kapitalist sistemle uyum içine girmeye başladığı bir dünyada, yıllardır sözünü edenlerin bile en ağır işkencelerden geçtiği, yıllarını hapishanelerde geçirdiği bir kavramın “komünist” adını taşıyan bir partinin belediye başkanı olarak harikalar yarattığını görüyoruz.
Gel de şaşma bu işe.
“Komünist Başkan” unvanı gerçek adının önüne geçer olmuş, bütün fotoğrafları, çalışma, üretme ve bölüşme odaklı görüntüler sergiler olmuş. Onu tarlada fasulye, nohut hasadı yaparken ya da ürünleri koli koli hazırlayıp kargoya yetiştirirken görür olduk.
Munzur Ancak Şiirde Anlatılır
Candan Bey aracını sürerken bir yanımızda yer alan söğüt ve kavakların, kocaman meşelerin arasından akan Munzur’un sesini dinliyor, her iki yanımızı saran kocaman kayaları büyük bir şaşkınlıkla seyrediyoruz. Bu denli kocaman kayaları ilk kez gördüğümü söyleyebilirim. Vadi derin, yol daracık, iki aracın yan yana geçişi, çarpışma duygusu uyandırıyor insanda. Munzur’un kimi yerlerine gem vuranlar oralarda küçük plajlar oluşturmuş. Eylülün ilk haftasında buz gibi suya girenleri izlemek ve soluklanmak için mola verdik. Munzur, durgun küçük bir göle dönüşmüş burada. Doğa hırçın mı hırçın, ancak insan bu hırçınlığın içinde kendine yaşama sevinci bulmanın yarışını bırakmıyor, yurdunun bir yerinde hangi acı yaşanırsa yaşansın orayı yaşanılır kılmak için elinden geleni yapıyor.
Yola devam ederken bir yandan da yıllardır bu coğrafyada yaşanın acıları anlatıyor Mesut Özcan. 38’den 70’lere gelindiğinde 68 Kuşağı’nın kır eylemleri gündemi oluşturuyor. Haksızlıklara isyan eden 20’li yaşlarını süren o gözüpek gençler, bilmedikleri bir coğrafyada tanımadıkları bir halkın sorunlarını çözme adına yaşamlarını ortaya koymuşlardı. Nice genç, sorununu çözmek için savaşım verdiği halkın “vatanperver kişileri” tarafından ihbar edilecek. Bu ihbar onları yaşamından edecekti.
Ovacık’ta Geçen Saatler
Bir saatlik yolculuktan sonra Ovacık göründü. Birden çöl ortasında bir vaha göreceğiz diye düşündüm. Bunca dağlık yöreden geçip bir ovaya çıkmak düşündürücü. Yıllar önce burayı yerleşim alana seçenler kim bilir ne gibi sıkıntıları göğüslemişlerdi! Belediyeye gidip başkanla görüşmek istedik. Kimi işlerin çözümü için Tunceli’nde olduğunu öğrendik. Görevlilerden biri başkanla yapılan röportajın “Komünist Başkan” adıyla yayımlandığını söyleyince kitabı getirmesini istedik ve birer adet satın aldık. Maçoğlu, yaşamını ve bu yaşamın değişik istasyonlarını bir söyleşi çerçevesinde gazeteci Erdal Emre’ye çok yönlü anlatmış. Kitabın gelirinin bulgur, tuz ve fasulyeden elde edilen gelire katılıp kız çocukların eğitimine harcanacağını düşünmek insanı etkiliyor.
Belediyeden girişi, merdivenlerin yer aldığı bölüm hariç çepeçevre kütüphane. Kütüphaneye göz gezdiriyoruz. Ne ararsan bulabileceğin kitap yoğunluğu. Farklı dillerde yayımlanmış kitaplar, Avcıoğlu’nun kitapları, Nâzım’ınkiler…
Munzur’un akıp giden gövdesi onca anıyı bedeninde saklasa da onun asıl öyküsüne tanık olmak için gözesine varmak gerekiyordu. Biz de oraya vardık. Kocaman kayanın altından fışkıran berrak su, bir süre sonra taşlara çarparak köpürüyor. Kocaman kayanın bedenine dev bir meşe ağacı yaslanmış. Gözenin bulunduğu yere yakın bir alanda adak adayanların yaktıkları mumlar, kayaları kapkara yapmış. Dilek ağaçları, istekleri yansıtan kâğıt ve bezlerle salkım saçak… Çaput ve bezleri ağaçlara asanlar neler dilemişlerdir kimbilir.
Ayaklarımı gözelerden birine soktum. Bir dakika zor dayanabildim. Soğuk mu soğuktu. Munzur’a ayak sokulunca üzülmüş müdür bilemem. Hatamı affetmek için eğildim kana kana içtim akıp giden suyundan.
Toplumsal Yapının Getirdiği
Gözeye giderken mola yerlerinde her türlü yiyeceği, içeceği bulmak olası. Bir de kitap satan bir “Dede”yle karşılaşmak ilginçti. Yörenin çocuğu Mesut, içten duyarlı kimliğiyle herkeste bir sevgi yoğunluğu oluşturmuş. Dede’yi alıp masamıza davet etti. Bir süre söyleştik. Dede’nin bizi 1500 yıl öncesine götürüp onca menkıbeyi art arda verdiği adlarla bir güzel zenginleştirerek anlatması onu hayranlıkla dinlemeye yetiyor. Orada sergilenen kitaplara göz gezdirirken Kemal Kılıçdaroğlu’nun İhsan Sabri Çağlayangil’le yaptığı söyleşiyi içeren kitabı gördüm, bedelini verip satın aldım. Kitap Mesut Özcan tarafından yayıma hazırlanmış. Anlatılanların çoğunun birinci elden olması yapıtın önemini artırıyor. Dersim olaylarını dönemin görevli bir kişisinden öğrenmek şaşırtıcıydı. Ayrıca kitapta yer alan bir başka yazıda dinlenen bir tanığın 2 Temmuz Madımak yangınında öldürülenlere ilişkin anlattıkları da iç parçalayıcıydı.
Tunceli-Ovacık yolu Ovacık’ta son buluyor. Daha ilerisi yok. İl’e dönebilmek için aynı yolu kullanmak gerekiyor. Biz de onu yaptık. Geldiğimiz yoldan geri döndük.
1938 olaylarının çevrede yarattığı travmayı gidermek amacıyla olmalı, oğlu ile birlikte idam edilen Seyit Rıza’nın kentin işlek bir meydanına kocaman bir heykelinin dikilmesi uygun görülmüş. Konuya hangi açıdan bakarsanız ona göre bir yorum geliştiriyorsunuz. Birine göre tamamen suçsuz yere oğluyla ve yakınlarıyla ipte can veren bir masum, birilerine göre cumhuriyete başkaldıran bir asi, birilerine göre tarihin tüneline bırakılması geren bir olay. Ne olursa olsun bu heykelin varlığı bura halkının içindeki öfkeyi dindirmeye yönelik bir uygulama. Özür dilemesini isteyenlere karşı, daha ne istiyorsunuz işte özür demeye yönelik bir çalışma! Dersim olaylarını yansıtan kimi fotoğraflar kentin bir caddesinin duvarına resmedilmiş. Her gün bu caddeden geçenler giyim kuşamlarından, yüz ifadelerinden sefaletin, yoksulluğun yansıdığı idamlık mahkûmların görüntüleriyle empati yapıyor. Bir anne çocuklarına kanat germiş durumda. Bir aile, biraz sonra sadece fotoğraf olarak kalacak, bedenler ipe çekilecek.
Bir taraçadasınız. Yanı başında bir çay bahçesi gece canlı müzik yapan bir orkestra şarkı söyleyen bir şarkıcı kadın…
Heykeli Dikilen “Deli”
Tunceli’nden bir manzara da “deli” heykeliyle bilincimize kazılıyor
Tunceli’nde sadece Seyit Rıza heykeline takılıp kalmamak gerek.
Gelin bu heykele konu olan kişiyi ve heykelin serüvenini 7 Ekim 2007’de Sabah gazetesinde yer alan Müjgân Halis’in kaleminden okuyalım.
Tunceli’ne heykeli dikilen deli Seyuşen’in hikâyesi:
“(…)
Dünyada sadece bir kentin ‘deli’lerini, heykelini dikecek kadar sevdiğini biliyor musunuz? O kent bizim ülkemizde ve adı Tunceli. Heykeli dikilen delinin adı da halkın bildiği isimle Seyuşen, namı diğer Hüseyin Tatar. Kentin delilerine verdiği bu önem üzerine Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden üç öğretim üyesi Seyuşen’in belgesel filmini çekmeye karar verdi. Proje, ulusal ve uluslararası yarışmalarda da gösterilecek. ‘İnsanın Deli Dediği’ adlı proje Egemen Adak ve Kumru Berfin Emre tarafından yürütülüyor, projenin danışmanı ise Prof. Dr. Bahar Gökler. Bir delinin heykelinin dikilmesinin ilgilerini çektiğini söyleyen Egemen Adak, 1930 doğumlu Seyuşen’in Mazgirt’e bağlı Beydamı köyünden olduğunu ve askere gidip geldikten sonra ruh sağlığının bozulduğunu anlatıyor. Rivayet odur ki, çocukluğunda tanık olduğu Dersim İsyanı ve birçok yakınını kaybetmesi, hastalığının en önemli nedenidir. 20’li yaşlarda adı artık Seyit Hüseyin’in kısaltılmış hali, Seyuşen’dir ve bir divanedir. Pek konuşmaz, ancak sevdikleriyle konuşur.
Herkes tarafından sevilir, sayılır, lokantasına gittiği esnaf onu doyurmak için canla başla çalışır, mağazasına gittiği esnaf onu giydirmeyi görevi sayar. Seyuşen tarafından sevilmek bir övünç vesilesidir. Egemen Adak ‘Bir süre sonra insanlar mekânıma, soframa bereket getirsin düşüncesiyle işyerlerini, sofralarını hatta evlerini Seyuşen'e açar ama o yine bildiğini yapar.’ Zaman geçtikçe çarşı esnafının ve Tunceli halkının sevgilisi haline gelen bu garibanın ünü dilden dile yayılır. Aslında bunun bir nedeni de, Tunceli yöresinde kutsallığına inanılan, Kureyşan aşiretine mensup olmasıdır. Kureyşan aşireti, Alevilere göre pirlik, dedelik atfedilen bir aşirettir.
Ölümünü Bildi
‘Ben kolay kolay ölmem beni bir deli öldürecek.’ diyen Seyuşen’in bu hissi de doğru çıkar ve 1994 yılı sonbaharında sokakta uyurken Tunceli’ne öğretmenlik için gelen yine şizofren hastası bir öğretmen tarafından başına taşla vurularak öldürülür. Böyle iyi yürekli bir akıl hastasının öldürülmesi, Tunceli halkı tarafından büyük tepkiyle karşılanır. Cenazesine on binlerce insan katılır. Dönemin belediye başkanı Mazlum Arslan ve milletvekili Kamer Genç’in katkılarıyla Seyuşen’in heykeli yapılarak yine Tunceli valisi ve resmi devlet erkânının katıldığı resmi bir törenle açılışı yapılır…”
Sokaklarda gezerken belli bir rahatlığın, insana huzur veren bir duygunun boy verdiğini görüyorsunuz. Kızlar, erkekler, dostluğun, arkadaşlığın içtenliğiyle bir güzelliği paylaşıyorlar.
Kente Sosyal Yaşam
Kentin valisi, seçilmiş belediye başkanının görevden alınmasından sonra yetkililer tarafından kayyım olarak belediye başkanlığını da üstlenmiş. Ne olursa olsun valinin bu ikinci görevine halk sıcak bakmıyor. Belediyeyle işi olanların karşısında işlem yapacak valinin bulunması konuyu belli bir güvenden az da olsa uzaklaştırıyor.
Kentin bir yanı Munzur’un kıyısına doğru uzanıyor. Kentin Munzur’la öpüştüğü noktada, Deniz Gezmiş’in yakın arkadaşı, Dev-Genç önderlerinden, bir zamanların Gaziantep’inin belediye başkanı Celal Doğan’ın el vermesiyle düzenlenen bir mekân ilgi çekiyor. Kentin merkezinden kısa bir yürüyüşle vardığımız mekânda otururken, suyun yatağında değil de sanki içinizi yıkarcasına bir serinlikle akıp gittiğine tanık oluyorsunuz. Yasak konulsa da kimi gençler ellerindeki serpmelerle çayda balık yakalamanın yarışında… Basılan taş yerinden oynasa gece karanlığında kocaman su kütlesinin hızlı akışında nereye savrulacağınızı tahmin etmek hayli zor.
Timuroğlu ve Süreya’nın Buluşması
Mesut Özcan’ın Vecihi Timuroğlu ile Cemal Süreya’nın kütüphanelerini buraya taşıması bu alana gönül verenlerde büyük sevinç yaratmış. Bu iki değerimiz kökleriyle buluşmuş bir bakıma. Biz de bu kütüphaneyi yerinde görmek için bir apartmanın merdivenlerini tırmandık. Mesut, bir yandan kütüphane konusundaki çabasını anlatırken bir yandan da buraya onca kitabın bir tır’la nasıl getirildiğinin serüveninden söz ediyor. Bu eylemin gerçekleşmesi için verilen emek, gösterilen özveri, çaba takdire değer.
Vecihi Timuroğlu’nun 70 yıl boyunca biriktirdiği ve çoğu birilerinin kütüphanesinde olmayan kitaplarını, böyle bir yerde görmek sevindirici. Edebiyat ve siyasetin, tarih ve sosyolojinin, felsefe ve sanatın kollarında üretilen onca değerli kitap, bundan böyle yörenin insanına hizmete devam edecek. Kütüphaneye girer girmez rafların birine yöneldim. Bir de ne göreyim benim 1981’de Türkiye Yazıları Şiir Dizisi’nde yayımlanan ilk kitabım Ayrı Beraberlikler… Hayli duygulandım, 37 yıl önce yayımlanan kitabımın sayfalarını usul usul çevirdim. Kitap yayımlandığında buna 38 kitabın daha katılacağını doğrusu düşünmemiştim. Kitapta Vecihi Ağabeye hitabım var. Bir de küçük bir not yazmışım o günlerde. O da kitabın içinde yerini korumuş.
Tunceli’ne gelince Kutu Deresi’ni görmemek olmazdı. Biz de gereğini yaptık. Konuştuğumuz çoğu kişi belirgin bir şekilde hissedilen baskıların sona ermesini istiyor. “Milletvekiliniz yok mu sizi ülke düzeyinde savunan, haklarınızın sözcülüğünü yapan?” soruma, karşımızdaki kocaman turistik oteli gösteriyorlar, buranın sahibi, şimdi bizim milletvekilimiz diyorlar. Anladım diyorum. Ardından da ah Kamer Genç şimdi sağ olsaydı diyenleri bir yoksunluk içinde görüyorum.
İktidarın ülkeyi nasıl yönettiği ortada, muhalefetin kendini toparlamasının gerekliliğini vurgulayanlara da rastlıyorum. Özellikle de hemşerileri olmasına karşın Kılıçdaroğlu’nu duygusal açıdan değil gerçekçi bir anlayışla değerlendiriyorlar ve artık yerini bir başkasına bırakmanın zamanı geldi diyorlar.
Mehmet Bey’in aracıyla Pülümür yoluna çıkıyor, Pülümür çayının kenarında mola veriyoruz. Gel de değerli şair yazar ünlü hukuk adamı İsmet Kemal Karadayı’yı anımsama. Bu topraklarda cumhuriyetin 4. yılında doğmuş ülkemizin saygın bir aydını olabilmiş bir insanın ışığı burada üstümüze dökülüyor sanki. Pülümür de, Munzur gibi akıp gidiyor önümüzden. Akan sular bir süre sonra Munzur’a ulaşacak ve binlerce yıl bu toprakları sulayarak ülkemizin güneyindeki ülkelere bereket götürecek.
“Dersim’de Buluşup, Bir Damla Olalım”
Mehmet Bey’e “Yörenin ormanlarını yakıyorlar, dağ taş ateş altında, görmek isteyeni engelleniyor diye yazıyor gazeteler.” diyorum. “Nerede bu yangın merak ettim?” diye sorunca, aracından aldığı dürbünle bize o bölgeyi gösteriyor. Ateşten çok duman görüyoruz. Bu konudaki açıklama için alternatif bir görüş yapmak kolay değil. İlgiler “Yangın yok, buradaki duman değil, sistir.” dese inanmak gerekecek!.
Ancak 6 Eylül tarihli Evrensel gazetesinde şöyle bir haber yer alıyor:
“Dersim merkez Kutudere bölgesindeki Roj deresinde askeri operasyon sonucunda çıkan yangın 7 gündür devam ediyor. Müdahale edilmesine izin verilmeyen orman yangınının geniş bir alana yayıldığı iddia ediliyor. (DAM) Dersim Araştırmalar Merkezi Yöneticisi Selman Yeşilgöz, Dersimli aydınlara seslenerek, ‘Dersim’de bir damla olalım.’ dedi.
DAM Yöneticisi Selman Yeşilgöz, dün akşam saatlerinde Meşeyolu köyünden yangını görüntüledi. Görüntüler uzaktan çekilmesine rağmen yangının büyüklüğünü ortaya koyuyor. Yeşilgöz, Kutudere bölgesinde süren yangınlara acil müdahale edilmesi için Dersimli aydın, yazar ve sanatçılara şu çağrıda bulundu:
‘Dersim’in acılarına dokundunuz, ağıtlarını söylediniz, şiirini yazdınız. Dersimli olmanın ayrıcalığını dile getirip, onurunu anlattınız. Şimdilerdeyse tek bir dokunuş, tek bir ses yok. Dersim yanıyor, farkında mısınız? Dersim yanıyor... Dersim yanmakla kalmıyor, kirletiliyor. Munzur, Düzgün Baba, Gözeler, kutsallarımız darda. İnanç yerlerimiz talanda. Geçmişten bugüne kadar taşınan o büyük miras yok olmak üzere. Susarsak, ne bizim ne de gelecek kuşakların bir hikâyesi olacak. Öyleyse Dersim yakılmasın, Dersim kirletilmesin, Dersim talan edilmesin demenin tam zamanıdır. Bunun için daha neyi bekliyoruz. Dersim’de buluşup, bir damla olalım.”
Tunceli’nde geçen günlerde yöreye ait pek çok kitabın yazıldığını gördüm. Bu kitapların çoğunu buradan başka yerde bulmak olanaksız. Geleneğin, törelerin, aşiretlerin, ağıtların ortasında yeşeren onca kitap, çoğunlukla yörenin kanayan yarasına parmak basıyor. Ağıtların çoğu, yitip giden insanların üzerine kurulmuş. Belirtilen konuların çoğunu kitaplaştıran Mesut Özcan, şimdilerde Vecihi Timuroğlu’nun gazete ve dergilerde kalan yazılarını da derleyip yayına hazırlama çabasında. Bizler de ona bu konuda yardım etmeye hazırız.
Elazığ’da Dostların Sevgisiyle Ankara’ya Uçmak
Tunceli’nden 7 Eylül günü Elazığ’a döndük. Elazığ’da yazar Nazmi Bayrı ve yazar-Av. Cem Bayındır’la görüşmenin mutluluğu yaşadık. Bir de ailemizin bir parçası Dr. Aylin ve eşi Prof. Dr. Murat Ögetürk’le güzel saatler geçirdik. Harput’un tepesindeki restoranda yemek yiyip bütün vadiyi gözlemek ne denli güzeldi. Bu iki değerli tabibin konukseverliği, bize ve arkadaşlarıma gösterdikleri ilgi için kendilerine içten teşekkür etmek isterim.
Kentte dolaşırken orcik, beyaz biber almadan dönülür mü Ankara’ya? Kentte bildik yerlerde alışveriş yaptık. 2000 yılında gördüğüm Elazığ, çok daha kalabalık bir kente dönüşmüş, yerli ve yabancı göçlerle kimliğine daha da yabancılaşmış. “Anadolu’nun bir parçasıyım.” diye kendini sunan esnaf çarşısındaki görüntüler, buraya duygu yüklü bir yürekle bakmaya kapı aralıyor.
Nazmi ve Cem’in önerisi Hazar gölüne gitmemiz üzerineydi. Uygun gördük. Cem hukukçuluğu yanında edebiyata gönül vermiş bir genç. Nazmi gibi bir eğitimci-yazarla dostluğu ise çok önemli. Birlikte güzel bir zaman geçirdik. Sırtımızı Hazar gölüne vererek fotoğraf çektirdik. Bu iki değerli dostumuz Elazığ Havalanı’ndan bizi Ankara’ya uğurladılar.
Dört yıl gibi geçen dört günde, bir başka gezegendendik sanki.
AHMET ÖZER