Geçtiğimiz yüzyılın başlarında, ABD başkanlarından oğul Buşh’un bir danışmanı, kendisini tutamadığı anlarının birinde şunu der:
“Biz imparatorluğuz, harekete geçtiğimizde kendi gerçekliğimizi yaratırız. Sizler ise, tüm akıl rezervlerinizi kullanarak bu gerçekliği incelemeye başlarsınız. Siz bunu yaparken biz yeni bir gerçeklik oluştururuz. Siz bu kez bunu incelmeye koyulurken, biz yeni gerçeklik yaratmaya geçeriz. İşler bu şekilde sürüp gider. Biz tarihin aktörüyüz, siz inceleyenlerisiniz.
Ukrayna’daki kapışma, imparatorlukların böyle bir “Avrupa” hamlesidir. Geçen yüzyılın birinci yarısında, 20 yıl ara ile bunun gibi iki hamlesini (1 ve 2. Dünya Savaşı) yine Avrupa’da yapmıştı. Biz, bunları “incelemeyi” henüz bitirmemişken, İmparatorlar üçüncü “hareket” gerçekliğine geçtiler. Böyle giderse; bunun “incelenmesi” işimizi gelecek yüzyıla kadar yayarız!
İmparatorluğun “saf” danışmanı bizi uyandırmak için daha ne desin?
Geçtiğimiz yüzyılın “1’inci Dünya” gerçekliğini inceleme safhasını aşıp “aktör” olmaya geçebilmiş M. Kemal önderliği, Viyana önlerinden gelen Osmanlı’nın elde kalanlarıyla bu cumhuriyetimizi kotarabilmiştir: Samsun’dan çıkıp Erzurum’da Kürtlerle işe başlayarak...
Bunu sadece ben bilmiyorum şüphesiz. Ama bu bilenler hâlâ bunu incelemekle yetinmektedirler.
Öcalan’ın 23’üncü yıl İmralı tecridi, bu “inceleme faaliyeti” gerçekliğimiz hâline gelmiş bulunuyor. “Ne alaka?” demeyin! İmralı’daki Öcalan 20 yıldır: “Bizim güncellenmiş bir Mustafa Kemal’e ihtiyacımız vardır” der...
Bu sözünü, İmralı ziyareti öncesi bugünkü Erdoğan önderliğine aktardım. Biraz şaka karışık bir kaygı ile karşıladı. Ancak onu buraya getiren Erbakan’ın “Atatürk sağ olsaydı CHP’yi kapatır Refah Partisi’ne gelirdi” demesini hatırlatınca ciddileşti. İmralı’ya böyle gittim.
İstanbul seçimleri, bu yüzyılın “inceleme” işini aşma gerçekliğimizin vesilesiydi sadece.
Bu gerçekliğimizi sürdürme cebelleşmesi görüşmelerim esnasında kitaplaştırdığım İmralı’ya Ne’ye Gittim (bu çalışma, bir kitap olma maksadıyla değil, yaşadığımız bu kadim toprakların çok-gecikmiş hakkı olan bir sivil penceresi olma hayalinin ruhu ve zihni ile ortaya çıktı) çalışmamın girişine şu cümleleri sıraladım:
“İdlip Hadisesi’nin ‘Doğu Fırat’ımız’ için tam bir anestezi (geçici uyuşturma) olduğunu söylemişken, Korona heyulası da İdlip’in anestezisi olmuş oldu. Çünkü adı üstünde ‘geçici’ olduğu için, bu heyulanın uyuşturma yetisi geçecek... Sonra İdlip’in acısı rücu edecek, bunun anestezisi geçtikten sonra da asıl yaramız Doğu Fırat’ın acısı ağırdan – ama bağrından – kendisini bir uçtan bir uca bünyemize salıverecektir”
Ukrayna hadisesi de bize bir “anestezi” olacak gibi görünüyor, bir süre. Ama şu “pandemi” denen salgın kadar sürmeyeceğini, süremeyeceğini söylemek kâhinlik olmaz. Zira şimdiden uyuşmuş vücudumuz/beynimiz uyanma emareleri vermeye başladı. Geçenlerde “inceleyici” yorumcularımızdan en revaçta olan bir askeri konuşucu Abdullah Ağar aynen şu cümleleri kurdu:
“Biz bu savaşı istediğimiz gibi bitiremezsek bizi gömerler. Ama nasıl gömerler biliyor musunuz: kolumuzu bacağımızı kırarak dikine gömerler...”
İşte Ukrayna hadisesinin diğer yüzüne “Öcalan Tecridi” dememin sebebi budur. Devlet yorumcularımız “inceleme” meşgalelerinden çıkamazlar ise eğer; bizi gömerler. Viyana’dan Süleymaniye-Kahire’ye Osmanlı’sını Anadolu’ya “defin” edenler, Anadolu Türklüğünü gömecek yer bulurlar.
Adeta ceketimi alıp ülkeme dönüşümden (2005) bu yana feryat hâlindeyim: “Türkiye’nin Kürt sorunundan önce bir Öcalan sorunu vardır.” Bunu bıkmadan-usanmadan-yorulmadan söyledim yazdım, yazdım söyledim. Söylüyorum...
Türkiye’deki “itilaf” güçleri (ittifak cepheleri Cumhur-Millet) çatışmasının can havli karakteri devlet aklında, Anadolu Türklüğünün “dikine gömerler bizi” imdadını duymaya ne vakit ne de mecal bırakır.
Özellikle İmralı istişarelerimizden bugüne Arif Bir Devlet Aklı arayışım, feryadım, figanım; yaşadığım bu CAN derdimizdendir. Bilumum kasaplar ET derdine kilitlenmişken...
İşin kötüsü, dert bir tarafta değil: Öcalan tecridinin bir iblisî “İç Kısım” tecridi var ki; devletin tecridi asıl olarak bunun üzerine kendini inşa ve “idare” etmektedir. İlgili birimleriyle görüşmelerimde devlet bana şunu demeye getirdi hep: “Hocam siz bir ‘akademisyen’ saflığıyla bakıyorsunuz, Örgüt Öcalan’ı dinlemiyor, dinlemez. Başka güçler var devrede... Gördünüz, Öcalan’ın elyazması mektubuna rağmen, avukatları telefonunuza cevap vermediler.” Nitekim o avukatlardan biri, Tünel’deki ofislerinde (diğer üç avukatın tedirgin bakışları arasında): “Müvekkilimiz ‘neden telefona cevap vermediniz?’ dedi” dediydi... Başka neler dediğini alamadım kendilerinden maalesef.
Ben de ısrarla ve tekrarla devlete: “Haklısınız ama yanlışsınız, yanılıyorsunuz” derim hep... “Görünürdeki verilerde haklısınız ama Örgüt yapısında kronikleşmiş iç-işleyiş gerçekliğini bilmiyorsunuz” mealindeki anlatımlarım onları ikna etmeye yetmemektedir.
Burada da; Kandil’de “Önderliğe bağlılık” iddiasındakilere bir “acil-kodlu” çağrım ve “Dost acı söyler” uyarım vardır – özellikle Bayık’a. 1996 Şam ve 2005 Kandil dağı tepelerindeki görüşmelerim esnasında oluşan hukukumuza dayanarak:
Öcalan etrafındaki bu “Tecrit içinde tecrit” (avukatlar üzerinden) kalesini aşmadan, devletin tecridini aşamazsınız! 22 yıldır “Öcalan’a Özgürlük, Özgürlük Zamanı” türü müzmin tekrarlarınıza 23’üncü yılda da devam etmekten öteye geçemezsiniz! Zira Ova Eliti dediğim üçlü anti-Öcalan koalisyon “Edirne’deki” üzerinden yeni bir “Kripto” iç-tecrit hamlesine geçmiş bulunmaktadır. İhtiyaçları “heykel”ine, yani cenazesinedir çünkü...
İflah olmaz Öcalan düşmanlığı paydasında bileşimlenmiş bu üç faşist damarın sözcülüğünü üstlenen bu figür, bulunduğu yerden her hafta Millet İttifakı medyasına “Endişe etmeyin sizinleyim” mesajları göndermeyi ihmal etmemektedir: “Kandil’i yerle yeksan etmezsem bana Kılıçoğlu demesinler” diye söz veren ve meclisteki vekillerine ayakta alkışlatarak “İmralı’daki kankanı tekrar devreye sokacağını düşünüyorsan, Sakın ha, sakın haaa!” diye Erdoğan’ı tehdit eden baş-ortakların 6’lı ittifakına... Daha benzersiz bir pervasızlıkla, bir-buçuk yıl sonrası tarihli “HDP seçmeninin gündeminde boykot yok” garantisini verdi geçen gün...
Peki; “heykeli yapılası” İmralı’dan “payanda olmayın” sarih uyarısına rağmen bu peşin garanti neden ve kimdendir? Ya peki iki ittifak; objektif Türk düşmanlığı eksenindeki Türkçülükte yarışırlarsa seçimde, sadece boykot değil bir “oto sokağa çıkma yasağı” elzem olmaz mı?
Bu sözcü, sizden veya sizin bir kanalınızdan destek görmeden, bu payanda olunmaması salık verilen taraflardan birine bir-buçuk yıllık “tarihli çek” verme gücünü ve cesaretini kimden/nereden almaktadır? Kimden, nereden?
İlgili hepinizin dikkatine sunarım.
Şüphesiz ki; arif bir Devlet aklına, yani binyıl öncesine ve en az bir yüzyıl sonrasına bakabilmeye ermiş bir Edebali aklına çağrımı unutmadan...
Ali Kemal Özcan
4 Nisan 2022