Rumca (Grekçe/Yunanca/Helen Dili de diyebiliriz) konuşulan bir kilise avlusunun içindeyim. Nerde mi? Sınırlarımız dışında değil, sınırlarımız içinde; Türkiye’de, Türkiye’nin en yorgun şehri İstanbul’dayım.
Güneşin cömertliğinden yararlandığımız, ılıman bir kış günü ülkemiz Rum cemaatinin “Suları Kutsama Ayinindeyim”. Diğer bir ismiyle; Suya Haç Atma Töreni.
SANAT MÜZİĞİNİN KÖKENİ ORTODOKS KİLİSE MÜZİĞİ Mİ?
Fener Rum Patrikhanesinin avlusu tıklım tıkış olmasa da, kayda değer bir kalabalık var. Ayin için gelen Hristiyanların kılık-kıyafetleri son derece şık. Avlunun içinde Rumca, Türkçe ve İngilizce konuşanların sesleri göğün mas- mavi boşluğuna yayılıyor. Patrikhane de ki kilisenin kapısında sade bir çelenk var, üzerinde İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanının ismi yazıyor. Onun dışında herhangi bir kutlama çelengine, gözüm ilişmedi. Avluda, içinde kutsal su olarak adlandırıldığını düşündüğüm, bir çeşmeden Rumlar, ellerinde ki pet şişelere su dolduruyorlar. Avlunun giriş kapısından hızlı ve çevik adımlarla İlber Ortaylı Hocanın girdiğini görüyorum, kilise kapısına doğru yöneliyor. Kilisenin giriş kapısında ki gazeteciler, İlber Ortaylı’dan kısa bir demeç aldıktan sonra, İlber Hoca içeri girip, gözden kayboluyor. Ben bir yandan avlunun içerisini gözlemlerken bir yandan da gezi rehberimin Ortodoks Hristiyanlık Teolojisi hakkında verdiği bilgileri dinliyorum. Gezi rehberinin teolojik anlatımı bittikten sonra, Kilisenin kapısından içeri girdim. Üç adet mum alıp, yaktıktan sonra “Haç Atma Töreni” öncesi yapılan ibadeti izliyorum. Okunan Grekçe/Rumca dua ve söylenilen ilahilerin müzikal makamı bana Türk Sanat Müziği makamlarını anımsattı. Rum Kilise Müziği ile Türk Sanat Müziği arasında bir etkileşim olabileceğini düşündüm. Birkaç dakika daha, töreni izledikten sonra kiliseden ve Patrikhane binasından dışarı çıktım. Ama burada sanırım bir background yapmam gerekli.
201 YILDIR AÇILMAYAN KAPI VE HİKAYESİ
Patrikhane merdivenlerinden çıktığımda, ortada siyah kilitli bir kapı olduğunu gördüğüm. Bu kapı 201 yıldır kapalı durumda. Bu kapının, Patrikhane Hafızasında hüzünlü bir yeri var. 201 yıl önce Fener Rum Patriği V. Gregorios, Sadrazam Benderli Ali Paşa’nın fermanıyla, bu kapıda asılıyor. Bu tarihten önce asılan bir Patrik var mıdır, araştırmadım ancak 201 sene evvel Patrik V. Gregorios’un bu kapıda, orta kapıda infazı sonrası, rivayete göre kapının eşiğine, Rumlar tarafından patriğin naaşı defnediliyor ve o tarihten sonra da bu siyah orta kapı, günümüze kadar açılmıyor. Her sene bu kapının ardında, Patrikhane tarafından V. Gregorios dualarla ve ilahilerle anılıyor.
Ahmet Cevdet Paşa’nın Tarih-i Cevdete adlı eserinde, Patrik V.Gregorios’u haksız yere idam ettirdiği için Sultan 2. Mahmut’un, Benderli Ali Paşa’yı gözden çıkardığı ve Patriğin idamından 8 gün sonra sadrazam hakkında infaz emri verdiği ve sadrazamın, kafası kesilerek öldürülen son sadrazam olduğu, yazar. Osmanlı tarihinin ilginç bölümlerinden biridir; Patrik’in idamı ve Patrik’i idam ettirenin İdamı Olayı. Kimi yorumculara göre V.Gregorios’un idamı, Mora’da Yunan İsyanını alevlendirmiş ve Benderli Ali Paşa, yangına, benzin dökmüştür. Sultan 2. Mahmut ise hem Avrupa Devletlerinin baskılarını hafifletmek hem de Yunan İsyanının daha büyümesini engellemek için Benderli’yi cezalandırmıştır. Sultan 2. Mahmut bu iradesiyle, hem V. Gregorios’un idamında parmağı olmadığını ispat etmek istemiş hem de iç ve dış siyasette ki baskıları hafifletmeye çalışmıştır, diyebiliriz. Netice de 1821 yılının sonbaharında Moralı Rumlar, Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlıklarını kazandılar ve “Birinci Helen Cumhuriyetini” kurdular. Kara Kapının hikayesi belki sadece Patrikhane için değil, Osmanlı içinde buhranlı bir dönemin başlangıcıydı. Fransız İhtilali sonrası gelişen milliyetçilik hikayesine Osmanlı büs-bütün yabancıydı.
Osmanlı bakış açısına göre Rumlar, 1453’ten beri Osmanlı Milletler Sisteminde Ortodoks Hristiyan Milletlerin başı konumundaydılar. Sırp, Bulgar, Ulah ve diğer tüm Ortodoksların bağlı olduğu tek dini mercii Fener Rum Patrikhanesi’ydi. Fener bölgesinde yaşayan varlıklı Rum aileler ise Avrupa ile ilişkilerde 1700’lerden başlayarak Osmanlı’nın kulağı ve diliydiler. Çünkü Osmanlı Sarayının resmi tercümanlığını Fenerli Rumlar yapıyorlardı. Diğer bir yandan Fenerli Rum Ailelerin çocukları, Osmanlı tarafından Eflak-Erdel-Boğdan başta olmak üzere Ortodoks reayanın yoğun olduğu yerlere yönetici tayin ediliyorlardı. Osmanlının mali krizlerine de yine Yahudi tüccarlarla birlikte Fenerli Rum Tüccarlar yetişiyorlar ve İmparatorluk ekonomisini ayakta tutuyorlardı. Peki ne olmuştu da Rumlar, Osmanlı’ya sırtını dönmeye başlamışlardı? Belki de Yeniçeri Ocağına artık yetişkin Rum gençlerini “devşirme asker” olarak vermek istemiyorlardı. Asırlardır devam eden bu gulamlıktan kurtulmak istiyorlardı. Madem kendileri Türklerden ve Müslümanlardan daha fazla, eğitimde ve ticarette ilerdeydiler, siyaseten de ileri, özgün ve özgür olamazlar mıydı? Hem 1453’te ki gibi Katolik-Ortodoks düşmanlığı ve çekişmesinin olduğu günlerde geride kalmamış mıydı? Katolik Serpuşu yerine 1453’te Türk Serpuşunu seçen Rumlar, madem Papa’nın nefesi enselerinde yoktu ve Napolyon’un “ulusları özgürlüğüne kavuşturma” seferleri de vardı, neden daha fazla Türk Sultanına el-pençe divan dursalardı, diye sorularla isyana başlamış olabilirler mi?. Ve netice de 1821 senesinde “Yunan İsyanı” patlak verdi. İşin bir diğer enteresan yanı ise isyanını bastırmaya giden yeniçerilerin durumudur. Yeniçeriler, esasında Ortodoks Osmanlı reayasının kilise defterlerinde kayıtları olan Ortodoks Hristiyan çocuklardan seçilirlerdi. Rumlar, Yeniçeri Ocağının asker ihtiyacını karşılayan önemli bir nüfusa sahiptiler. Reaya oldukları için haraç ve cizye vergisi vermeleri dışında, ileride Müslüman olacak bir Hristiyan genci, Yeniçeri Ocağına asker olarak vermek de, Rumlar için asırlar boyu devam eden bir yükümlülüktü.
YUNAN İSYANI VE YENİÇERİ OCAĞININ AKIBETİ
Bektaşi Dergahları ile Rum-Helen-Grek Yunan Hristiyanlar arasında geçmiş çağlarda nasıl bir etkileşim vardı? Bu sorunun cevabını bende merak ediyorum. Belki zayıf belki güçlü bir bağ vardı. Arnavut Bektaşiliği gibi bir Grek/Rum/Helen/Yunan Bektaşiliği tarihte oldu mu, olmadı mı? Bu soruların cevaplarını aramakla meşgul olabiliriz lakin Yeniçeri Ocağı-Bektaşi Ocağı arasında ki bağı, Türkiye’de tarihle iştigal herkes bilir ve konuşur. Netice de “Yunan İsyanını” bastırmaya giden ordu, yeniçerilerden oluşuyordu. Belki de kiminin ailesi de isyanın olduğu topraklarda yaşıyordu, böyle bir durumda yeniçerinin isyanı bastırma şevkinin olup-olmadığı, istekliliği-isteksizliği de tartışmaya değer bir durumdur. 1821 Yunan İsyanın ardından 7 sene sonra Yeniçeri Ocağının kaldırılması, Bektaşi Dergahlarının kapatılması ve ardından kurulan yeni Osmanlı Ordusunda devşirme sisteminin ilgası ve Sünni-Müslüman bir orduya dönüş çabası da, şu soruyu sorduruyor; Yeniçeriler, Yunan İsyanını şayet bastırmış olsalardı, Yeniçeri Ocağının tasfiye süreci yine de olacak mıydı? Patrikhanenin Petro Kapısı/ Orta Kapısının hikayesinden Patrikhanenin önünde ki caddeye iniyorum. Bu caddenin eski ismi; Sadrazam Benderli Ali Paşa Caddesi…
Bu caddeye bu isim, ne zaman verildi, peki? Osmanlı’nın, idam ettiği bir sadrazamın ismini, pay-i tahtta bir caddeye vermesi pek akla yatkın gelmiyor. Muhtemelen Cumhuriyet döneminde, bu maktül sadrazamın ismi, Fener Rum Patrikhanesinin önünde ki caddeye verildi ve böylece 1821 senesinden beri açılmayan Orta Kapı/Petro Kapısına karşı, bir karşılık verilmiş oldu. Sadrazam Benderli Ali Paşa caddenin ismi, “Dr. Sadık Ahmet Caddesi” olarak 1994 senesinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından değiştiriliyor. Peki Dr. Sadık Ahmet Kim? Dr. Sadık Ahmet, Yunanistan Batı Trakya Türk-Müslüman azınlığın haklarını savunan politikacı. İnternette Dr. Sadık Ahmet hakkında ki bilgilere bakıldığında, Lozan Anlaşmasının 72.yıl dönümünde bir trafik kazasında ölümünün şüphe uyandırdığına şahit oluyoruz. Anlayacağımız Patrikhanenin 1821 senesinde kapanan ve bir daha açılmayan kapısına karşı, Sadrazam Benderli Ali Paşa Caddesi ismi, Patrikhaneye bir jest olarak, kaldırılıyor. Peki Patrikhane, Dr. Sadık Ahmet ismini nasıl karşılanmıştır? Kimisine göre kapı açılmadığına göre menfii, kimisine göre müspet, kimisine göre nötr karşılamıştır. Hiç şüphe yok ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Benderli Sadrazam Ali Paşa” ismini caddeden kaldırması olumlu bir gelişmededir, netice de Fener Rum Patrikhanesinin başında ki Patrik dahil pek çok din adamı, bu ülkenin vatandaşıdır ve Türkiye’nin kendi vatandaşlarının bir kısmına, dinsel-tarihsel nedenlerden ötürü kin güden bir anlayışı hakim kılması, evrensel hukuka aykırı bir durumdur ve bu bakımdan “BenderliSadrazamAli Paşa” isminin caddeden kaldırılması müspet bir durumdur. Bu müspet duruma karşın Dr. Ahmet Sadık’ın isminin caddeye verilmesi ise yine düşündürücüdür. Çünkü Dr. Ahmet Sadık’ın demokrasi ve eşitlik temelli politik barışçıl aksiyonun muhatabı, Fener Rum Patrikhanesi veya Türkiye’de ki herhangi bir Rum Okulu veya Kilisesi değildir. Dr. Ahmet Sadık’ın siyasi muhatabı, Yunan Hükümetidir. Dolayısıyla da Dr. Sadık Ahmet isminin, Patrikhane önünde ki cadde yerine başka bir yere verilmesi de düşünülebilir, hatta Dr. Sadık Ahmet’in heykeli Doğu Trakya’da Edirne’ye de dikebilirlerdi, diye düşünüyorum ve Dr. Sadık Ahmet Caddesinden, Fener Haliç İskelesine doğru yürüyorum. Yolculuk devam ediyor…